Ufak semtlerin içine hapsolmuş hayatların hikayeleri dinlenmeye değerdir. Sur içi yahut sessiz sakin ege köyleri; deniz kenarı,sahiller boyu turist kaynayan Bodrum’un aksine insan eli değmemiş denilebilecek kadar masum ve tabiatla iç içe. Güneşin doğmasından batmasına kadar yaşanan hayatların güzelliği, basitliği. Kırk yaş üstü emekli kafası değil benimki;kendisi henüz on altı…
On altı yıl denize nazır atmış bir kalbin içindeki duygular yaşanılan hikayeler ile yarışır. Yarıştırmak için yazıyorum aslında.
Rüzgârın hafif hafif estiği bir haziran akşamüzeri kokusunu duyduğun yağmur ile henüz ıslanmış toprak ve bir anlık insanın içene dolan huzur… Hissedin, hissedebilir misiniz? Ya da hiç kokusunu duymadığın sevgiliyi hatırından geçirirken burnunuzun direği sızlar mı?
Yaşamak:
Bir kan davasını ört pas etmek için Türk polisine verilen bir milyon dolar kadar değersiz; bir aralık gecesi annesi denilen o kadının bırakıp gittiği köşe başındaki çöp kutusunun yanında avaz avaz ağlayan bir bebek kadar umutsuz gelebilir. Öyle geldiği zamanlar o hiç duymadığınız kokular hatırınıza gelse mesela ve öylesine hiç öpüşmediğiniz kadar şehvetlense dudaklarınız, kan gelse ve keskin sözler dökülse onlardan şunun gibi:
“Ben gökyüzündeki adama inanıyorum dostlar. Hakk’ın yanında ona da inanıyorum. O adam benim, geçmişim geleceğim belki de hiç var olmayan yanım. O adam benim umudum, son çarem, imdat çağrım. Bilmiyorum beyler bayanlar belki ve de muhakkak deliriyorum çünkü o adam bana mucizelere inanmamı söyledi. Ben ona inanacağım çünkü: Mucizeler gerçekleşmek zamanı geldiğinde var olurlar…”