“Ne var ne yoksa doldurdum valize. Ağırdan aldım her hamlemi. Belki bir “dur” diyenim olur diye bekledim. Olmadı. Duvarlar buz gibi. Cüzdanımı, biletimi ve omuzlarımda eskiyen paltomu unutmamalıydım. Ne de olsa yakında yüzünü gösterecekti kış. Çıt çıkmıyordu kocaman evden. Her adımımı hatta nefes alışverişimi bile duyuyordum. İlk zamanlar çıldıracağım sanmıştım. Ama insan alışıyormuş. Yalnızlık, sessizlik hep bir düğüm oldu boğazımda. Yatağımı bile çift kişilik aldım. Belki bir gün sarılarak uyurum birine diye. Televizyonu sadece bilgisayar açık olduğunda kapatırdım. Sessizlik öyle bir çığlıktı ki kulağımda, sağır olacağım sanırdım. Yerler buz gibi. Duvarlar buz gibi. Kendi nefesimden başka nefes hissetmezdim ensemde. Çamaşır sepetimin dolması iki haftayı bulurdu. Hiç bilmem elektrik faturası kabarık diye söylendiğimi. Kapı zilimin sesini bile çok geç öğrendim ben. Hiç, birine kapıyı açmadım, kapı açanım da olmadı ayrıca. Yaptığım yemeği bozulana kadar yerdim. Gözlerim insan arardı yanımda. Tek fincanım vardı mesela. Sabahları çayı hep tek kişilik demlerdim. Neyi nereye koyduysam aynı yerde kalırdı ben kaldırana kadar. “
Duyduklarım ince bir sızı yaratmıştı tüm vücudumda. “ Tek fincanım vardı mesela “ sözcüğü kendi içimde, kendimi sorgulamama neden olmuştu. “ Bu doğru mu ?” diye soramadım. Elimizde ki fincanlara takıldı gözüm. Belki de yıllar sonra ilk defa biri ile karşılıklı çay içiyordu, kim bilir. “Lütfen biraz anlat “ dememek için zor tutuyordum kendimi. Anlamış olmalı ki gözlerini boşluğa devirerek devam etti anlatmaya. “ Çok eşyam var sanırdım, meğer öyle değilmiş. Sığdı hepsi bir valize. Saate baktığımda epey geç olduğunu fark etmemle kendimi binanın önünde bulmam bir oldu. Nefes nefese kalmıştım. Koyuldum yola. O, kaldırımlarında ağladığım, güldüğüm, koştuğum yola. Ayakkabılarım belli ki beni rahatsız edecekti bugün anlamıştım. Kafamı çevirip bakmak istedim son kez evime. Fakat bunun bana acıdan başka bir şey vermeyeceğini düşündüm. Orası artık benim evim değildi. Bunları düşünürken çoktan sokağın sonuna gelmiştim. Köşeyi döndüm. Otobüsüm hareket etmek üzereydi. Uzaktan genç bir adam telaşımı anlamış olmalıydı, koşarak gelip “ Balıkesir mi?” diye sordu. Evet anlamında kafamı sallayabildim sadece. Hızlıca valizimi sürükledi otobüse kadar. Koltuk numaramı kontrol edip oturdum yerime. Cam kenarıydı. Yanım boştu. Belki ilerleyen istasyonlar da biri biner diye geçirdim içimden.” Gözleri buğulanıyordu git gide. Eskiyi hatırlamanın ona acıdan başka bir şey vermediğini anlamıştım. Bir de, belki, biraz özlem. Yıllar geçmesine rağmen hala burnunun direği sızlıyordu anlatırken . anlayabiliyordum. Devam etmesini çok istedim içten içe. Fakat daha sonra bunun sadece bir bencillik olduğunu düşündüm. Bunu dile getiremezdim. “Lütfen anlatmaya devam et, lütfen “ diyemezdim. Sanırım onunda anlatmaya çok gönlü ve hevesi yoktu bu saatten sonra . Çektiği acıyı ve duyduğu özlemi yüzündeki çizgilerinde bile gördüm. İçimde bir şey ya da daha doğrusu bir yer çok sızladı. Hem de neden? Daha alt katımıza taşınalı bir sene olmamış bir kadının yarım yamalak anlattığı – hüzünden , kederden anlatamadığı- hayat hikayesinin belkide henüz ‘hayat’ bile sayılmayan kısmını dinlediğim için. İnsan ne garıp varlıktı.Dünya ne garip bir yerdi. Hatta, bu dünyada insan olmak en garip şeydi. Herkes bir yerlerden geliyordu, bir şeyler yaşıyordu ve günün birinde yollar kesişiyordu. Birileri yaşıyordu, birileri anlatıyordu. Birileri ise dinliyordu. Gözlerinde ki hüznü yok etmeye çalışarak “ Birer bardak daha içer miyiz ?” dedi . “ Olur” dedim ve fevrice çaylarımızı tazelemek için mutfağa koştum. İçeriden “ Masanın üstünde ki kurabiyelerden de getir de yiyelim“ dedi. Gülümsedim kendi kendime. “ Tabaklar ilk çekmecede”dedi. “ Geliyorum “ dedim sessizce.