Kara delik; uzayda bulunan ve ışığın dahi kaçamadığı çok çok güçlü bir çekim gücüne sahip olan kozmik gökcismidir. Sizi her defasında bir sınava tabii tutan ve ardınıza bakmadan kaçma isteği uyandıran İstanbul da böyle değil midir? Unutulmaz olur bu şehirde yaşananlar. Ve siz bu unutulmaz olanlardan kaçmak için çok şey yaparsınız. Lakin bir nokta vardır ki; kaçtığınız şey yaşadıklarınız değil, size bu olayları yaşatan İstanbul’dur. Fakat ne kadar uzağa giderseniz gidin tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı olacaktır. Işığın dahi kaçmasına izin vermeyen o Kara delik sizin kaçma ihtimalinizi bile yok etmeye çalışır. Öyle bir çekim gücü vardır ki… Tonlarca demiri hızla kendine çekebilen bir mıknatısla aynı işleve sahiptir. Binlerce farklı insanı aynı anda kendine doğru çeker. Bambaşka kültürleriyle bu kara deliği dolduran insanlar, içindeyken yalnızlığı size buram buram hissettiren o meşhur kalabalığı oluşturur.
Kaybettiğiniz ümitleri, sevgileri, arkadaşlıkları bulabilmek adına o büyülü şehrin büyüleyici ve bir o kadar karanlık caddelerinde kaybolursunuz. Çıkış yolunu ararken kendinizi de kaybedersiniz. Fakat bu öyle bir şehirdir ki; Kendi caddelerinde size yolunuzu şaşırtırken, çıkış yolunu bulmak için elinizde pusula diye onu tutarsınız. Ve o pusula kırmızı oku ile kuzey yönünü değil geleceği gösterir size.
Kaybolan ümitler, gençlik aşkları, mücadele ile dolu hayatlar… Hepsinin ana vatanı İstanbul denilen o büyülü şehirdir. Denizin kokusunu buram buram içinize çekerken; martıların verdiği konseri ücretsiz dinleme imkanı sunar size o büyülü şehir. Bu şehir ‘Hayatta nasıl kalınır ?’ adlı kılavuzdur aynı zamanda. Zorlu bir labirentten farksız hayat sahip olan günümüz insanının çok işine yarayan bir kılavuzdur.
Bambaşkadır bu şehir. Kimi, bu şehri dinleyip duydukları ile kalbimizde ve aklımızda iz bırakacak şiirler yazmıştır. Kimi ise sayısız tablolara konu olmuş muhteşem manzaralarını yazılarında sayfalarca, betimlemeler ile adeta resmetmiştir. Herkesin ilhamı bu şehirdir. Aşkını yazarken, geleceğini çizerken her insan ilhamını onun büyülü sokaklarında bulmuştur. O sokaklar ise ucu bucağı olmayan bir kara delikten farksızdır. İster kara delik olsun ister bir uçurum. Eskimiş bir bankta masmavi denize bakarken martıların vokalistliğini yapan korna sesleriyle birlikte kuru bir simit yemek her şeye değecektir.
Yalnızlığın doğma sebebi olan kalabalığı, rivayetlerin en güzeline ev sahipliği yapan Galata, balıkçı abilerin evi gibi olan Haliç, kartpostalların vazgeçilmez manzarası olan Kız Kulesi… Kara deliği andıran caddeleri öte yandan tarihin kendisidir. Hani eski basım bir kitabı elinize alırsınız, sararmış sayfaların kokusunu soluksuz kalana dek içinize çekersiniz ve sanki kırışmış sayfaların mazisini öğrenmiş gibi olursunuz. Büyüleyici bir o kadar kara delikten farksız olduğunu iddia ettiğim, tarihin kokusunu üstüne kazımış caddelerinde gezmek de tam olarak böyle bir histir.
İstanbul diğer büyük şehirler gibi insanların hayatını kalıplaştırmaktan öte hiçbir işlevi olmayan bir beton yığını değildir. Bir ruhu vardır. Tıpkı duygularını en uçlarda yaşayan bir o kadar hırçın bir insan gibidir. Sert dalgalarıyla sahil kenarlarını aşındıran deniz mavisi gözleri, adeta gür yapraklı ağaçları olan bir orman gibi upuzun saçları olan naif bir kadın… Asaleti ile yürüyen bir kadın. Her adamın koluna yakışmayan cinstendir. Öyle herkesle de arkadaş olmaz, fazla seveni yoktur. Lakin kendini sevdirmeyi başarırsa, karşısındakini aşk ile yakıp kavurur. Ve o aşk insanın başına birçok bela getirir. Kolay değildir İstanbul gibi bir kadına aşık olmak, elbet bir bedeli olmalıdır. Akşam karnını doyurabilmek için sokaklarda peçete satan küçücük çocukları görürsünüz, sırf bir tane daha satabilmek için yalvaran güzel gözlü çocuklar. Ertesi gün ise sokağın ortasında birbirlerine bıçak çeken serseriler. En çok da bitmek bilmeyen trafiğiyle sınar sizi. Birbirine çaldıkları kornalar ile orkestra kuranlar, küfürleri ile şarkı sözü yazanlar… Böyle de anlaşılmaz bir kadındır İstanbul.
Anlatılmaz, yaşanır dediğim bu şehir için yüzlerce satır yazdım. Nefret ettiğimi söylediğim bu şehirde aşkı tattım. Kimse için ağlamam dediğimde bu şehir için ağladım ben. Düştüğümde kalkamam dediğimde bile bu şehir sayesinde ayağa kalktım. Çok şey yaşadım, çokça şey öğrendim bu şehirde. Fakat öğrendiğim şeylere rağmen onu bir türlü anlayamadım. Tıpkı diğer insanlar gibi. Ona dair birçok anı biriktirdim, yetmedi. Onunla ilgili yazılmış ansiklopedileri bile okudum ama nafile. Onu anlamak için kendimle savaş verdim. Ve bu savaşın sonunda ben galip geldim.
Benim gibi İstanbul’u anlamak isteyenlere sesleniyorum: Kapatın gözlerinizi. Kulak verin İstanbul’a, dinleyin onu. Konuşmayı seven bir kız çocuğu gibidir çünkü o, anlatacak çok şeyi vardır. Bu yüzden dinleyene ihtiyaç duyar. Gidin bir sahile kenarına ve kapatın gözlerinizi. Ardından sihirli dizleri söyleyin:
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Şimdi gözlerinizi açın. İstanbul’u daha iyi anlayabildiniz mi?