İnsan doğasını özünde iyi-kötü şeklinde keskin bir ayrıma maruz bırakmak; bu kavramlara nasıl meylettiğimizi araştırmak çağlardan beri birçok filozofun, ruhbilimcinin, eğitimcinin uğraşısı olmuş. Zamanla karmaşık doğamıza dair bilinenler çoğalmış fakat neyi neden nasıl yaptığımız hakkında sonuca ulaşmakta dağınık düşüncelerimiz bize bir arpa boyu yol aldırmaktan öteye gidememiş. Hepimizin bir zaman kafa yormuş olabileceği soru: İnsan neden iyidir/kötüdür? Nasıl şekilleniriz, dönüşürüz? Boş bir levhaysak aynı çevre koşullarında yetişen kimseler nasıl bu kadar farklılaşabiliyor? Mizacımız ağır basıyorsa eğitime bu kadar hayati mana yüklememiz nasıl açıklanır? Kabul edelim, insanlar olarak çözülmesi güç varlıklarız.
Edebiyatta, tiyatroda, sinemada iyilerin hep iyi kötülerinse salt kötü olduğu eski zaman melodramatik eserleri uzunca süredir yumuşatılmış; karakterler karikatürize edilmekten kurtarılmış, aradaki geçişlere izin verilmiş. Kötü karakterlerin geçmişin etkisiyle kötüleştiğini ve sonra uygun şartlar sağlandığında iyiliğin ilahi kollarına kendini bırakabileceğini görmek, biz seyircilere keyif veriyor. Birçok yönetmen de bunun farkında olacak ki karakter geçişlerine bizi tanık ediyor. Hiçbir tanıklık; Miyazaki filmlerindeki duygu yoğunluğuna, masalsı dünyaya, yaratıcılığa ortak olduğum kadar beni mutlu etmiyor.
Animede dünyanın önde gelen ismi Hayao Miyazaki, tiplemelerinde birkaç kavrama sıkça yaslanıyor. Cesaret, sevgi, arkadaşlık, vefa, doğa… Filmlerinde öne çıkan ve hatta pek çoğunda başrol olan kadın karakterlerin kurtarılmayı bekleyen güçsüz, narin, feminen tipler değil; yolunu bulmaya çalışan, cesur, güçlü, sabırlı olmaları da ataerkil dünyamıza bir ışık huzmesi gibi salınıyor.
Miyazaki; en kült filmi diyebileceğimiz Ruhların Kaçışı’nda anne ve babasını kurtarmaya çalışan, bu yolculukta korkularının üstüne gidip neler yapabileceğini gören bir kız çocuğu hikayesini anlatırken açgözlülüğün insani taraflarımızı yonttuğunu, kapitalizmin topluma verdiği zararı, hiyerarşinin ağır yükünün altında ezilenleri hayretle izleyeceğimiz sembolik ögeleri kullanarak bize sunuyor. Bunun yanında kimlik kaybı yaşayan bir arkadaşa benliğini hatırlatmak için gösterilen fedakarlık, iyiliğe olan inanç, diğerkamlık, önyargının insanlık için baş belası olduğu yönetmenin gözünden olağanüstü bakışla idealize ediliyor. Herkesin gözünde ‘kötü’ yaftası yiyenler esas kız tarafından arka çıkılıyor. Sebat edip doğru yaklaştığında yüzü kara çıkmıyor. Nadir olarak değiştiremeyeceği kötüler de olmuyor değil. Nedensellik ilkesi güdümünde gelişen olayları izlerken gövdemizden kabaran iyimserliğin etkisinde başka bir dünyaya kanatlandırıyor. Birçok gerilimin sonunda “Dünya ne güzel, insanlar, kuşlar, böcekler…” havasına bürünüp birkaç saatliğine de olsa gündemden uzaklaştırmayı fazlasıyla başarıyor.
Bir başka filmi: Princess Mononoke. Burada da ormanı kurtarmak için insanlarla çekişme halinde olan doğaüstü varlıkların hikayesi sözü geçen ilk filmdeki gibi akıcılıkta olmasa da etki bırakacak şekilde anlatılıyor. Gözünü hırs bürümüş karakterlere ormanın geleceğinin hepsi için gelecek demek olduğunu, ormanın ruhunun yenilmez kudrette olduğunu, yenilenin yine insan olacağını kavratmaya çalışan tiplemeleri izlerken günümüz dünyası bir an aklınıza düşüyor, içiniz sızım sızım sızlıyor. Verilen mücadelede gelişen arkadaşlığın bağları kopmaz bir dostluğa dönüşüyor. Hiçbir değer, aidiyet duygusunun önüne geçemiyor; en sevdiğimiz pahasına geçmişi bırakamayış lirik bir anlatımla içimize yükleniyor.
Miyazaki; iyiliğe olan inancı, iyimserliği, çaba sarfedildiğinde dönüştürebileceklerimizi müthiş çizgi, kurgu, detay içeren insanüstü bir emeğin ürünü filmleriyle bize salık verse de ait olduğumuz zamanda gördüklerimiz, duyduklarımiz, günbegün umutsuzluğa sürüklüyor olabilir. Her umutsuzluğa kapıldığımızda değişime inanarak doğurduğumuz güce sarılmazsak dünya çirkinlerin olacak. Sanat tüm bu çirkinliğin ortasına ayak bastığı yeri çiçeklendirmek, güzelleştirmek görevini yüzyıllardır yerine getiriyor. İhtiyacımız olan şeylerden en estetiği, yüzümüzü sanata çevirip göz kamaştıran birkaç tabloya bakmak, birkaç güzel film izlemek, okumak, yazmak, çizmek… Başka bir dünyadan gelen bu çizgilerle, bir başka dünyaya inanmak.
Ruhların Kaçışı’nı ben de kaleme almıştım fakat görüyorum ki güzelce rafa kaldırmak daha doğru olacak. Sevgili Hayao Miyazaki’ye ben de bayılırım onu bir başkasının kaleminden okumak hoş oldu, elinize sağlık. Bu arada bir de oğlu Gorō Miyazaki’nin filmlerini henüz izlemediyseniz onu da tavsiye etmek isterim. Babası kadar olmasa da o da keyif veren filmlere imza atmış.
Güzel yorumunuz ve tavsiyeniz için teşekkürler 🙂 Yazınıza ulaşabilirsem okumayı çok isterim. Eminim, keyifli bir okuma olacak benim için.
O halde belki de ilerleyen zamanlarda benim yazım altında tekrar buluşuruz. Okur ve değerlendirirseniz ben de çok mutlu olurum. 🙂