Aylar önce vizyona girmiş bir filmin başlığını atıp yazmaya koyulmak bir sinema eleştirmeni için çok da akıllıca olmayan bir hamle olarak kabul edilebilir. Amaç salt film incelemesi yapmak ve bu konuda nam salmaksa absürt bir hareket de denilebilir hatta. Fakat ben ne sinema eleştirmeniyim, ne de teknik bilirim. Çok sevdiğim yazmak eylemini dahi erteleyen, yazası gelince de film, kitap yorumu, öykü, şiir gibi dallarda bir şeyler karalayan bir ‘yazanokur’um yalnızca. Aylar sonra parmaklarımı aralatıp klavye başına oturtan Parazit’i çoğumuz izlemişizdir diye düşünüyorum ama hala varsa izlemeyen, filme dair ipuçlarıyla dolu bir yazının sizin için son cümlesi olduğunu belirtmek isterim.
Filme internete erişimin ekmek-su gibi birincil ihtiyaç olarak addedildiği günümüz toplumunun orta/alt sınıf sayılabilecek bir ailesinin internet arayışına tanıklık ederek başlıyoruz. Filmdeki ilk düzenbazlıkları olan başka bir kaynaktan korsan kullanma çabalarını izlerken aile bireyleriyle tanışıyoruz. Eğitim alamamış, hayata tutunmaya çalışan ailenin geçimini sağlamaya çalıştıkları hiç de sağlıklı olmayan o ev ortamında pizza kutusu hazırlama işleri de ellerinden gidince dümen çevirme sahneye çıkıyor, filmin ana örgüsü kendini gösteriyor.
Kim ailesinden Ki-Woo’nun Park ailesinin kızlarına İngilizce dersi vermek üzere anlaşmasıyla parazitlik bağı kuruluyor. Gerçekte İngilizce öğretmeni olmadığı halde zengin Park ailesine bunu yutturup bir de çok beğendirmesi, filmde gerçekte olan/olmayan sorgusunun kapısını aralıyor. Film boyunca yapacağımız bu sorguya sebep olan diğer bir karakter, Ki-Woo’nun kardeşi Ki-Jung. Park ailesinin ‘dahi ressam’ küçük çocuklarına resim dersi vermek üzere o da eve sızıyor! Sızılan evin ‘hanımı’ yeni resim öğretmeninin üstün bilgisini görünce mest oluyor. Gün bitip de eve döndüklerinde nasıl bu kadar resim bilgisinin olduğu sorusuna “Google’dan resim felsefesi filan yazdım, birkaç bir şey okudum.” Türünden verdiği cevap, bilginin ne kadar kolay erişilebilir ama aslında tam da bu bağlamda ne kadar zor özümsenebilir olduğu gerçeğini yüze çarpıyor. Gördüklerimizin ne kadarı gerçek, ne kadarı illüzyon, korkarım ki hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Ta ki bu illüzyonu kendimizden uzaklaştırana dek. Merak edip okumak istediğimiz şeyin Google’dan birkaç cümlelik açıklamalarıyla hevesimizi köreltmediği, birkaç kaynaktan doğruluğunun araştırıldığı, sebat edip uzun uzadıya yazıların okunduğu seviyeye gelindiğinde gerçek manada bilgi okur-yazarı olabileceğiz ancak. Bu anlamda bizim o çok tecrübeli çakma resim hocasından çok da bir farkımız olduğunu söyleyemeyeceğim yazık ki…
Yalan, dolandırıcılık, etikten yoksunluk, bilgisizlik ve yüzeysellik temalarını güçlendirmek için Park ailesinin hayatına iki karakter daha giriyor. İngilizce ve Resim öğretmeni yetiştirmiş (!) anne ve baba. Anne yeni aşçı ve baba yeni şoför. Mevcut işçileri işlerinden edip onlar da bir şekilde bu ailedeki yerlerini alıyor ve artık evin neredeyse gerçek sahipleri oluyor. Hiçbir zaman haddini tam manasıyla aşmayan evin şoförü olan Kim ailesinin babası, Park ailesinin soylu iş adamı babasına zaman zaman tuhaf görünse de sonuna kadar yakayı ele vermiyor. Nuri Bilge’nin ‘Kış Uykusu’ndan hatırladığım –ve daha nicesinde de belki kullanılan- koku metaforuyla alt/üst sınıf zıtlığı yaratmaya çalışan yönetmen, şoförde bir zaman sonra patlayacak öfkenin tohumunu ekiyor. “O adamda garip bir koku var, ıslak bez gibi.” diye tasvir ettiği ve buna ‘kokan’ babanın çocuklarının da şahit olduğu sahnede izlerken o öfke kabarcıkları sizin içinizde de kaynıyor.
Karşınızda üçüncü bir aile: Evin en eskileri. Yıllarca gün yüzü görmeden o mahzende yaşayan evin hizmetçisinin eşi, tipik bir ‘kraldan çok kralcı’ örneği. ‘Bu evin sahibine hayatımı borçluyum, onun sayesinde yemeğimi yiyorum.’ Düşüncesi hayatını ele geçirmiş adam, alacaklıları yüzünden tıkılıp kaldığı delikte evin sahiplerini ilah belleyip mahzenden başka bir hayatın mümkün olmadığına kendini ölesiye inandırmış. Buna o kadar çok inanmış ki kendini parazit olarak görüp tüm benliğinden vazgeçebilecek düzeye gelmiş, hayata dair hiçbir hayali kalmamış, mahzende kendine küçücük bir dünya kurmuş ve o kof dünyada çürüyüp gitmeyi göze almış. O delikten bir çıkarabilse burnunu, aslında Park ailesinin de başkalarının paraziti olduğunu, sistemde asıl üreten emekçi insanların sırtından geçinildiğini görebilecekken o güneşsiz havasız hayalsiz deliğe razı gelmiş. Tarihin hemen her döneminde günde 18 saat ve üstü çalıştırılıp da okumaktan, sanattan, kendine zaman ayırmaktan, eğitimden yoksun bırakılan işçiler gibi başka türlüsünün düşünülmesine fırsat tanınmamış. ‘Kim kimin sırtından geçiniyor’a dair çok sevdiğim Siddharta’dan şu pasajın tam da sırası:
“(…) -Samanaların yanından geliyorsun, nasıl maddi sıkıntı içinde olmazsın? Samanalar parasız pulsuz insanlar değil midir?
-Demek istediğin buysa evet beş parasız biriyim. Ama kendi gönlümle istedim böyle olmayı, yani sıkıntı içinde sayılmam.
-Peki elinde avucunda olmadığına göre, neyle geçineceksin?
-Bunu düşünmedim henüz, Sayın Kamaswami. Üç yılı aşkın bir süredir beş param yok, ama neyle geçineceğimi asla düşünmüş değilim.
-Öyleyse, başkalarının parasıyla geçindin?
-Belki öyle oldu. Ama sayın tüccar Kamaswami’nin kendisi de başkalarının parasıyla geçiniyor.
-Doğru söyledin. Ama başkalarının parasını bedavadan almıyor, karşılığında onlara mal satıyor.
-Gerçekten öyle anlaşılan. Herkes alıyor, herkes veriyor, hayat böyle.
-Peki paran olmazsa ne vereceksin söyler misin?
-Herkes kendine olan şeyi verir. Savaşçı güç verir, tüccar mal, öğretmen ders, köylü pirinç, balıkçı da balık. (…)”
Filme dönecek olursak üç aile ve karakterleriyle yakinen tanışıklığımızdan sonra üçünün de kesişme noktası olan evin küçük oğlu, prensimiz, resim dahisi, başına buyruk Da-Song’un doğum günü için verilen partide işler çığrından çıkıyor.Bir yandan evin azılı düşmanı iki gölge sahipleri, gerçek sahiplerine söylemekle tehdit ederken videoyu güçlü bir silah aracı olarak kullanıyor, gerilim doruk noktaya ulaşıyor. Kanlı ölümlü savaşımdan sonra birikmiş öfkeler açığa çıkıyor ve onca hatırı sayılır misafirin, kontes ve kontların gözleri önünde bahçe bir ring alanına evriliyor. Mahzende yaşayan adamdan başkasını görmeyen ama aslında hayalet gördüğü sanılan ve travmatik öyküsü drama dönüşen çocuk pamuklara sarılı yetiştirilmeye çalışılırken, gözleri önünde katliam yaşanıyor ve yönetmen adeta izleyiciye büyük harflerle şunları gösteriyor: Çocukları hayattan koruyamazsınız! Evet, ne kadar korunaklı alan sağlarsak sağlayalım çocukları hayatın kötülüklerinden, dengesizliğinden, travmalardan bir yere kadar koruyabiliyoruz maalesef.
Herkesin her şey ama aslında hiçbir şey olmadığı, bilgisizliğin küreselleşmesiyle yüzsüzce bir meydan okuma kazandığı bu çağın, çizilebilecek en muazzam portresi Parazit.Yönetmen Joon-ho Bong sinema tarihine bir başyapıt kazandırmakla kalmayıp oyuncu seçkisiyle de ödüllere doymuyor. Film müziklerinin bestecisi Jaeil Jung da övgüyü en az yönetmen kadar hakediyor. Filmi soluksuz izleyebilmem, baştan sona pürdikkat izleyip salonu da ayrı bir film kesiti haline dönüştüren Kadıköy sinemasever sakinleri sayesindeydi. Yaşasın sinema ve gerçek severleri.