Zaman geçip gidiyor, hem de hiç acımadan.. Ardına bakmaya lütfetmiyor, sadece ilerliyor. Yakıp yıktıklarının farkında olsa bile, umursamıyor. En bencil insandan daha bencil bir şekilde, kendi keyfince akıyor.
İzafiyet teorisinin en büyük kanıtıdır acı ya da huzur dolu anlar. Huzur kokan saniyelik altmışlar bir göz kırpışa sığarken, bütün bir ömür sürmeyi başarıyor acı dolu dakikalar. Ve benim; direndiğimden çok pes ettiğim, kazandığımdan çok kaybettiğim, beklediğimden çok gittiğim, yetiştiğimden çok geç kaldığım var. İçimde, bütün huzur olasılıklarını yok eden keşkeler kol kola geziyorlar. Kalbimin her yerini, bütün umuda yönelişlerimi bataklığa çeviren tecrübeler sarmışlar. Çok karanlık her yer, yeşil dallarımın hepsini koparmış siyahlıklar. Yani, bir göz kırpışa sığdırdıklarım değil de bir ömür çektiklerim çoğunluktalar.
İşte bu yüzden bu sıralar, kendi hayatımın misafiri bile değilim. Bir el, bir yabancı; hatta yoldan geçen biri bile değilim. Dağıldım, toparlayamıyorum. Bittim, yeniden başlayamıyorum. Yine yenildim, yenilgimi kabul de ettim; ama bir türlü aşma safhasına geçemiyorum. Geçecek diyorum; ama geçmesini bekleyemiyorum. Nereye uzansam, elime yüzüme bulaştırıyorum. Hata bende mi, yoksa hatasızlık beklediklerimde mi, anlamıyorum.
Ve bu sıralar bütün gidişlerim kırgın, bütün yollarım puslu. Gözlerimin ıslaklığı durulmuyor. Dönüşü olmayan yollara girişimden değil bu hüzün hissi. Dönüşler var mı yok mu bilmiyorum gerçi. Ama hep umut bir umut son umut diyerek onca yılı tüketmedik mi? En çok da üzülüyorum kendime. Hep cılız bir mum elimde, minik bir yeşilliğe rastlarım diye hayat toprağını eşeliyorum. Sonunda yeşil bir his, yeşil bir gelecek, yeşil bir gerçeklik bulmayı bırakın, o cılız umut mumuyla elimi –en çok da kalbimi- yakıyorum ! Nihayet, ben mum yakmaktan vazgeçiyorum…
Üstelik bu sıralar bütün uykularım yorgun, rüyalarım acımasız. Gözlerimden süzülen yorgun bakışlar bile içimdeki fırtınaları anlatmaya kafi değil. Yüreğimde hep bir huzursuzluk. Ne kadar oldu oraya yerleşeli? Artık saymıyorum bile geçen giden günleri. Sallanan bir sandalye oturmuş, izliyorum ömründen ve gönlümden geçip gidenleri. Gitme demek yok, kal demek yok, bana gel ya da beni çağır demek yok. Sessizliğe mecbur olan dilimde hep içimde kalanlar var. En fazla içimden geçenlerini gerçekten söylediğimi zannettiğim rüyalarım ve korkmaktan dahi korktuğum gerçekleri barındıran kabuslarım var.
Ayrıca bu sıralar bütün kelimelerim sessiz, içim acı hariç bütün duygulara tepkisiz. Alıştım. Acımaya alıştım. Yanmaya alıştım. Çığlık atarken lal olmaya alıştım. Ama alışmak hafifletiyor mu acıları dersiniz? Kabuk bağlayamadan tekrar kanayan yaralar, kaçtıkça kendini tekrara düşüren anılar, henüz merhabalara doyamadan hayatıma katmak zorunda olduğum vedalar.. Geçmeyecek mi, geçmez mi, delik deşik olmuş yüreğim eski yarasız ve izsiz haline döner mi?
Son olarak, bu sıralar kalbim yorgun, aklım suskun. Kaçtığım bütün o kabusumsu hisler nefesime vurgun. Artık hiçbir şey beklemiyorum ya da hiçbir şeyden vazgeçmiyorum. Artık ölmüyorum. Artık bitmiyorum. Çünkü artık yokum. Çünkü artık boşluğum.
Öyle güzel yazmışsın ki kuş konsun’ dizelerine..
Naif yorumunuz için teşekkür ederim. 🙂