Yorucuydu. Çok yorucuydu millerce uzak galaksimden dışarı çıkabilmek. Belki yine kaçıyordum ama nereye kadar devam edebilirdim ki kaçmaya? Ruhum bir karadelikti ve ben nereye kadar saklanabilecektim ki kendimden?
Öyleydi, evet! Her masalın sonu gibi gökten üç elma düşmezdi benim galaksimde. O kadar aptaldım ki, çokça Kürk Mantolu Madonnalar kaybettim gökyüzümden. Güneş zaten hiç var olmamıştı. Sıra dağlar etrafında, belkiler diyarıydı beni ayakta tutan. Sınırlar araftaydı sonsuzluğun açamayan tohumlarında zira.
İşte, sevgili Küçük Prensim! Benim galaksimde bir gül ve iki volkan var olmadı hiç. Çünkü doyumsuzdum pervasızca. Gezegenimin rayihası karışıyordu evrene; bir kozmos, bir hiçlik yahut bir noktaydım kendi içimde. Bu böyle olmamalıydı. Tanrı beni de umursamalıydı.
Kendimi kendimle sınadım, yetmedi kendimi nefretin asil kutsanmışlığında nadasa bıraktım. Biliyorum, acımasızca katlettim bir ruhu. Ve yine evet; ben bir katilim, kendimi parmak uçlarımdan astım gerçekliğe. Tanrı sustu. Yemin ederim ben de sustum, susmalıydım da.
Derin dehlizlerde kayboldu benliğim. Bambaşka galaksilerde hayat varmış oysa ki! Rüzgâr fısıldadı ruhuma. Önce yıldızlar döndü sırtını gezegenime. Oysa bambaşka bir lisandı suskunluk. Kimse bilmedi renklerini gezegenlerin. Ben bir ruhun rayihasını anımsarken çöktü karanlık. Neydi bu başımdaki aydınlık gecenin hareleri? Nasıldı değer vermenin mahiyeti bir güle?
Sevgili Prensim! Hayatta acıyı her bir hücresine kadar hissedenlerdi gerçeği bilenler. Ve onlar umursarlardı evreni. Tıpkı senin gibi… Umursarlardı bir gülü yahut gerçekliği.