Önümdeki küçük tepeye gülümseyerek baktım. Uzun beyaz elbisemin eteklerini toplarken düşündüğüm tek şey, bunun son engelim olduğuydu. Biliyordum, tepenin arkası özgürlüktü. Kokusuyla mest olduğum, uçsuz bucaksız lavanta tarlasını arkamda bırakıp yürümeye devam ettim. Ayağımdaki babeti delip geçmek isteyen taşlar yürümemi zorlaştırıyorlardı. Derin nefes alıp devam ettim. Az kalmıştı özgürlüğüme.
Sonunda ulaşabilmiştim işte. Derin bir nefes daha alıp, koca çınara doğru koşmaya başladım. Bu yaşlı çınarın bedenindeki güzel salıncak, benim özgürlüğümdü. Sarı, kalın halatlarına tutunup sallanırsam özgürlüğe uçabilecektim.
Boğazımdan firar eden kıkırtılarım dolduruyordu her yanı. Bedenim salıncakla buluşunca kıkırtılar yerini kocaman kahkahalara bıraktı. Rüzgarın ritmine kendini bırakan saçlarım bile mutluydu o an. Gülüyordum, sallanıyordum. Özgürlük ayaklarımın altındaydı.
Bir an, sadece bir an. Bir şeyler yanlışmış gibi geldi. Ters giden bir şeyler vardı. Sıkı sıkıya tutunduğum halatlar çatırdadı. Ve bir anda sonsuz uçurumdan hızla düşmeye başladım. Sanırım benim özgürlük sandığım, sonsuzluktan başka bir şey değildi. Sonu gelmeyecekmiş gibi düşmeye devam ederken, sıkı sıkıya gözlerimi yumdum. Çiğ beyaz ışık ortalığı yakıp geçerken anladım ki, ölüyordum.
Yaşarken, hayat boyunca aldığım nefes her mutlu ve huzurlu anıma tanıklık ve bağlılık katarken bu sefer son nefesimde anladım ki, ciğerlerim pervasız şekilde feryad ediyor ve göğüs kafesimi esnetircesine son görevini yerine getirip süresini dolduruyordu. O zaman aldığım o nefes en güzel çiçekçinin bütün solmuş çiçekleri ve boyun bükmüş bitkileri arasında süzülen bi lavanta dalı eşsiz ve yaşamaya inatçı biçimde görkemini koruyordu. Ama dalına doğru gözlerimi indirdiğimde, sevdiğim insanın elinin orada o dalı tutup bana doğru uzatması sanki bi kum saatini tam doldu derken tersine döndüren bir sebep gibiydi. Ahdi vefa’m olsun ki seni hep seveceğim lavanta çiçeğim..