Zehra’nın ruhu, karanlık tarafından avını boğan bir yılan gibi sarıp sarmalanmış, hiçliğe doğru çekiliyordu. Ruhu milim milim karanlığa karışırken, tiz çığlıklar atıyor, yaralı ceylan gibi böğürüyor, ağzından salya ve köpük, burnundan sümükler çıkarıyordu. Çektiği acıya rağmen bu dipsiz kuyuya teslim olmayı reddediyor, kurtuluşu saydığı arada bir görünüp kaybolan ışık demeti için savaşıyordu. Zehra ise, ruhunun karanlıkta verdiği amansız mücadeleden bihaber; her sabah güneş doğmadan önce uykusundan sıyrılıp, gözlerini açıyor, yataktan çıktığı gibi, -elini, yüzünü bile yıkamadan-, dolaptan yeşil eteğini çıkarıp, pencere pervazına çaktığı çiviye asıyor, pencerenin tam karşısına çektiği koltuğa oturuyor, biraz İstanbul’a biraz da eteğine bakıp iç çekiyordu. Pencere camına yansıyan görüntüsünün aksine eteğin rengi soluktu. Zaman aktıkça karanlıkta eriyen ruhlar gibi solmaya da devam ediyordu. Etek ilk alındığında öyle bir yeşil rengi vardı ki, Zehra, rutin bir Pazar yürüyüşü esnasında üzerindeki etekle Gülhane’den geçtiğinde, parkın çimenleri eteğin yeşiline bakmış, hayıflanıp, kıskanmışlardı. Galiba eteğin tasarımcısının damarlarında gönül gözü açılmış bir hattatın kanı geziyordu. Ve bu hattat bahar ayarlarında çimenlerden fışkıran papatyaları çok seviyordu. Çünkü eteğin paçalarına bir adet papatya o derece ustalıkla nakışlanmıştı ki, bunu ancak işini seven biri yapabilirdi. Ayrıca, nakkışı beş metre öteden gören herkes, bunun yeşil ovalardan süzülen canlı bir papatya olduğuna dair yemin edebilirdi. Ama şimdi! Zamanın darbelerinden sonra eteğin papatyası solmuş, çimenleri sararmıştı. Zehra, son iki aydır olduğu gibi bugünde Güneş doğmadan yataktan çıkmış, koltuğuna oturmuştu. Daha bitmemiş savaşı kaybettiğini düşünen komutan gibi kurulduğu koltuktan iki kere tuvalete gittiğinde, bir defada guruldayan karnını susturmak için mutfağa yürüdüğünde kalktı. Bunlar dışında yaptığı diğer şeyler; açık bıraktığı pencerenin karşısında öylece oturmak, rüzgârların sırtladığı hüzün ve özlemlerle dolu havayı ciğerlerine çekmek, oldu. Bütün gün öyle çok çekti ki bu havayı içine, gün batmaya başladığında içi tıka basa hatıralarla dolmuştu. Hatta bu hatıralar gözlerinin içinden yaş, derisinden ter damlaları olup, taştı. Akşam ezanının sesi ardı ardına camilerden yükselmeye başladığında, gözlerinden akan hatıraları titreyen elleriyle temizledi. Koltuktan kalktı, ağır aksak adımlarla, burnunun dikine banyoya yürüdü. Bir haftadır üzerinden hiç çıkarmadığı geceliğini çıkardı önce, sonra banyo aynasından yansımasını izledi. Küçük göğüsleri, derisi gibi ölmüş ve tıpkı onun gibi sarkmıştı. Bir süre yaşlı ellerini saçlarına götürüp okşadı. Yaşlı yüzüne dokundu. Gözleri altında oluşan mor halkalara bir süre gözünü kırpmadan baktı. Birden uzak ama yakınındaki bir şeyi anımsadı, bedeni ve ruhu gülümsedi. Odaya gitti, telefonuyla birlikte banyoya döndü. Telefondan, kocasının ses kaydını açtı. Ses, karanlıktaki o minnacık ışık oldu. Ruhu boşluğa ve karanlığa tutuna tutuna ışıkçığa doğru koştu. Zehra, yıkanıp, odaya döndüğünde, şehri sokak ve park lambaları, araba farları ve evlerden çıkan ışıklar aydınlatıyordu artık. Ağır hareketlerle iç çamaşırlarını, yeşil eteğini ve gri bluzunu giydi. Saçlarını taradı. Yüzünü kremledi. Gözlerine sürme çekti. Dudaklarını kırmızıya boyadı. Banyoya gidip, boy aynasından kendine baktı. Eteği paçalarından tutup, yanlara doğru çekti, bıraktı. Bir iki kere etrafında dönüp, eteğin paçalarını dalgalandırdı. “Acaba, eteğe hala yakışıyor muyum?” Diye sordu kendine. Bu soru, yüz kere kafasının içinde döndü, dolaştı ve her seferinden farklı bir hal aldı. En sonunda, “Çavuş, beni şimdi görse beğenir mi?” ye dönüştü. Kocasıyla yaşadıkları kafasının içinde depreşti. Zehra onlara, ruhu da karanlığa teslim oldu. Anılarına o kadar çok dalmıştı ki Zehra, zangır zangır çalan telefonu üçüncü kez çaldığında anca duyabilmişti. Duvardaki saate baktı. Saat, epey geç kaldığına geliyordu. “Ne vardı sanki bu kadar oyalanacak!” diyerek kızdı kendine. Bu kızgınlık gideceği yere geç kaldığı için değildi gerçekleşmesi yüksek bir ihtimal içindi. “ Şimdi, eve dönmeme de izin vermezler. Off…” diye yakınmaya başladı. Eve dönmediğinde, kocasının hayaletinin duvarlara sürtüne sürtüne gelip, boş koltuğa sineceğini, saatlerce, canı sıkılıncaya dek, orada oturacağını, oturmaktan sıkılınca da bir gözü kapıda evin içinde volta atmaya başlayacağını, zaman geçsin diye kitaplarına dokunacağını ya da onların bazılarını açıp okuyacağını, elbise dolabını açıp, elbiselerine dokunacağını, telefonuna ve şarj aletine, televizyon ve ya kumandasına dokunacağını… Kısacası her tasa, tarağa dokunacağını, en sonunda gözlerini saate dikip,“Bu kadının geleceği yok!” diyeceğini ve evden bir daha dönmemek üzere çıkacağını sanıyordu. Bu ihtimal, Zehra’yı diğer seferlerde de olduğu gibi o kadar çok korkuttu ki, “Hiçbir güç bu gün beni evden çıkaramaz!” dedi ve sesine bir yorgunluk ekleyip, telefona cevap verdi. “Efendim kızım.” Kızıyla telefon konuşmasını kısa tutmaya çalıştı. Ona hasta olduğunu, bu yüzden yemeğe gelemeyeceğini söyledi. Kızı hem annesinin yalan söylediğini hem de neden yalan söylediğini iyi biliyordu. Bu yüzden fazla ısrar etmedi, telefonu kapattı. Kocasına dönüp, “Annem bu günde gelmeyecek.” dedi. Zehra, özene özene giydiği kıyafetleri aynı özenle çıkardı, dolaba yerleştirdi. Banyoda bıraktığı geceliğini giyip, koltuğuna kuruldu. İstanbul’un uzun zamandır attığı çığlıklara kulaklarını kapayıp, kocasının İstanbul’un her karışına bıraktığı sesini dinledi. Bu sesler ninni okuyordu. Zehra çok sürmedi, pencerenin karşısında uyuya kaldı. Galata Kulesi’nin gece bekçisi Hasan Ali, gece görüşlü dürbünle Galata’nın terasından Saniye saniye Zehra’nın uykuya dalışını izlemişti. Gökyüzü olabildiğince berraktı. Yıldızlar ışıl ışıl parlıyordu. Hasan Ali, dürbünü indirdi, cebinden bir dal sigara çıkarıp, tüttürdü. Sigaranın son dumanını gökyüzüne üfledi. Birkaç kez merdivenlerden inip, çıktı. Kulenin odalarını kontrol etti temizdi. Zehra’yı seyretti, hâlâ uyuyordu. Gökyüzüne baktı, yıldızlar ışıldıyordu. Canı, müptelalar gibi Zehra’yı görmek istedi. Dürbünleri gözlerine dayadığı esnada nöbet arkadaşının kendisine seslendiğini duydu. “Hop! Hasan Ali! Neredesin ihtiyar?” Bu sesi borazan sesine benzetiyor, ve ondan tiksiniyordu. Hasan Ali’ye göre nöbet arkadaşı, ukalanın, terbiyesizin, haddini bilmez rezil herifin tekiydi. “İnsan dedesi yaşındaki birine, ihtiyar ya da bunak der mi? İnsanda hayâ olmalı. Edep olmalı.” diye hep dert yanardı eşine. Hasan Ali’nin söylediğine göre, ne samimi iki çift laf edilirmiş bu adamla, ne bir şey içilir, ne de bir şey yenilirmiş keyifle. İçi ve dili o kadar fesatmış ki Hasan Ali’nin Zehra’ya duyduğu hayranlığı, defalarca Hasan Ali’nin açıklamalarını dinlemesine rağmen, sapkınlığa, uçkura düşkünlüğüne bağlarmış. Oysa Hasan Ali’ni duyguları, saf sevgi ve hayranlık içeriyormuş. Nöbet arkadaşının varlığı, Hasan Ali’yi o derece rahatsız ediyormuş ki onu kuleden atmayı bile düşünmüş bir süre. Hatta birkaç kez fırsat kollamış, geçmiş de eline, ama her defasında, “Gençtir. Kanı kaynıyordur şimdi. İlerde düzelir.” diyerek başından attı. Hasan Ali, karşısındakinin kendisinde uyandırdığı duyguları yansıtmayan bir karaktere sahipti. Bu yüzden, nöbet arkadaşının kendisine hiçte komik gelmeyen şakalarına zorlada olsa gülerdi. “Demek buradasın ha!” diyerek, elini Hasan Ali’nin omzuna koydu. Omuzlarını sıkarak, ”Gene o karıyı izliyorsun demek. Seni gidi karı müptelası seni.” İğrenç iğrenç güldü. “Seninki de nasıl bir fantezidir arkadaş, anlayamadım ki. Karının memeleri sarkmış, kalçaları porsmuş, ağzı yamuk, dişleri desen, onlarında takma olduğuna bahse girerim.” dedi. Hasan Ali, sükûnetini koruyarak, “Hayır evladım. Beni yanlış anlıyorsun. Ben o gözle bakmıyorum kadıncağıza.” dedi. “Bırak Allah’ına sen ihtiyar. Karşında çocuk mu var sanıyorsun? Peh… Allahım, yarabim peh… Azgın bir tekkesin sen oğlum. Bunu ikimizde biliyoruz. Ne gerek var şimdi kıvırmaya. Sana bir şey söyleyeyim mi? Ağzının tadını bilmiyorsun. Bak, ilerde kerhane var. Sabah ilk iş oraya gidelim. Parasını da ben vereceğim. Bu kıyağımı da unutmazsın.” Güldü. “ Hem ay parçası karılar var gözün gönlün güzellik görür, açılır hem de…” Sustu. Sağ işaret parmağını öne doğru uzatmış, seni gidi seni der gibi salıyordu. Gözleriyle Hasan Ali’ye göre dünyadaki bütün leş gibi kokan şeyleri söyledi. Sabrı iyice taşmıştı Hasan Ali’nin. Hiddetle omuzlarındaki eli indirdi, “İstemem!” diye çıkıştı. İki yakasından iyice kavradı, “Ulan dengesiz! Ulan terbiyesiz! Ulan puşt! Ulan Bir adamda hiç mi edep, haya olmaz be! İnsan bu kadar mı saygısız olur! İnsan dedesi yaşındaki biriyle senin konuştuğun şeyleri mi konuşur! Ulan deden yaşındayım deden! Utan be utan.” İyice sinirlenmişti artık. Ağzından tükürükler, gözlerinden ateş fışkırıyordu. “Hop… Dedik babalık. Şu elini indir hele. Sonra ağzından çıkanları duy. Duy yoksa…” Hasan Ali bir daha konuşmasına izin vermedi. “Yoksa ne lan! yoksa ne! Beni mi döveceksin? Hadi o zaman, bahsettiğin kadar erkeksen eğer döv de görelim. Bu zamana kadar söylediklerini, gençliğin bağladım, içime attım. Ama artık yeter. Bizde gençtik. Bizimde kanımız hızlı akıyordu. Nerede ne konuşacağımızı bilmiyorduk. Ama bu kadar değil. Senin kadar hadsizleşmedim hiçbir zaman. ”Demir korkuluklara dayamıştı. “Senin adam olacağın yok. Ne sevgi ne saygı bilirsin; Ne kendine ne insanlığa hayrın dokunur.” dedi. Eğildi, bacaklarından iyice kavrayıp, havaya kaldırdı, Galata Kulesi’nden aşağı attı. Kırılan kemiklerin sesi, Hasan Ali’nin kulaklarına gelince; ruhu karanlığın içinden ir ışık zerresi yakaladı. Işık içinde büyüdü. Büyüdükçe büyüdü. Karanlığa yayıldı. Siyah bir nokta kalmayana dek yayıldı. Az önce yaşadığı vahşetten ve o vahşetin getirebileceklerinden korkmuşa benzemiyordu. Hiçbir şey yaşanmamış gibi dürbünü gözlerine dayadı. Bakışlarını evlerin, Haliç’in, Küçük Pazar sokağının üzerinden Zehra’nın uyuya kaldığı odaya uzattı. Zehra hala uyuyordu. Gözlerini 1.67 metrelik bedenden alamıyordu. Omuzlarına dökülen kar beyazı saçlarına, kırışıklarla dolu alnı ve yanaklarına, zeytin karası gözlerine, gözlerinin altındaki torbalara, güzel burnuna, hafif yamulmuş ağzına, pembe dudaklarına, derisi sarkmış boynuna, üzerine bol gelen, yer yer sararmış, yer yer kirlenmiş geceliğine, damarlarının göründüğü, çilleşmiş ellerine hayran hayran baktı bir süre. Zehra, gülümsedi. Hoşuna gitti, oda gülümsedi. Zehra, kaşlarını çattı. Rüyasında bir şeylerin ters gittiğini anladı. Zehra’nın gözlerinden yaş aktığını görünce üzüldü. ”Zaten hep öyle olur. Önce gülersin, sonra ağlarsın.” dedi kendi kendine. Ve bir damla gözyaşı, durduk yere sağ gözünden çıktı, yanaklarından süzüle süzüle dudaklarına geldi. Dilinin ucuyla gözyaşını tattı. Tuzluydu. Zehra, birden gözlerini açtı. Bakışlarını Hasan Ali’nin gözlerinin içine dikti. Yakalandığını sanıp, tedirgin oldu Hasan Ali. Eli, ayağına dolaştı. Dürbünü hemen gözlerinden indirip, bir iki adım o yana bir iki adım bu yana gidip, geldi. Elinde tuttuğu şeyi, dürbün değil de bir cinayet silahıymış gibi bir köşeye fırlattı. Kalbi kafesteki serçenin kalbi kadar hızlı atıyordu. Kendisini, kuleden boşluğa bırakmak istiyordu. Birkaç kez terasın korkuluklarına dayandı. Sonra nasıl olduysa Zehra’nın bu mesafeden onu göremeyeceği kafasına dank etti. Dürbünü attığı yerden aldı, gözlerine dayadı. Zehra koltuktan kalkmış, odanın içinden o yana gidip, geliyordu. Dövünüyor, saçını yolluyordu. Hasan Ali, Zehra’nın gördüğü rüya yüzünden sinir krizi geçirdiğini anladı. Nedense Zehra’nın bu hali kendisine komik gelmişti. “Rüya gördün.” Dedi, kısık ve neşeli bir sesle. Zehra’nın bunu duymasını istedi ama sesi o an kulenin duvarını aşındıran rüzgârın sesinde eridi. Zehra kendisine zarar vermeyi bırakmıştı. Duvardan söktüğü saati, karşı duvara fırlattı. Saat duvara değince kırıldı. Ama kırılan şeyin saat olmadığını biliyordu Hasan Ali. Bu yüzden, “Dursana…” diye bağırdı. Eğer, Haliç’in üzerinde uçuşan rüzgârlar bu bağırışın karşısında set gibi durmasaydı, ses Zehra’ya ulaşırdı. Zehra’nın dolaba yöneldiği anda Hasan Ali, uzaklardan bir şey anımsıyor gibi kafasını eğdi, kaşlarını büzdü, sessizliğe kulak kabarttı. Az önce yaşadığı olayın karanlığı gelip, tüm ruhuna hızlıca yayıldı. Kısa bir sürede ruhunda aydınlığa dair hiçbir şey kalmadı. Hem de öyle bir karanlık yerleşmişti ki ruhuna, gözleri bile tedirgin oldu, fal taşı gibi açılıp, içeriye ışık sokmaya çalıştı. Hasan Ali, titremeye ve korkmaya başladı. Korkudan çıldıranların sesinden,” Ne olur, yapmış olmayayım Allah’ım.” dedi. Tırnaklarını yanaklarına geçiriyordu. Ağzından soluyordu. Birkaç kez demir pervazlara gelip, aşağı bakmak istedi. Yapamadı. Buna cesaret edemedi. Göreceği manzaraya ne tepki vereceğini bilmiyordu. Baksa, tüm varlıklar yok olacakmış gibi hissediyordu. Cesaretini toplayıp baktı. Nöbet arkadaşı sakız gibi yere yapışmıştı. Etrafını bir kalabalık sarmıştı. Gördüğü manzara onu dehşete soktu. Ruhu büsbütün karanlığa karıştı. Bütün varlıklar değil yalnızca Hasan Ali yok oldu. Ve yok olurken avazı çıktığı kadar bağırdı. Çevredeki apartmanlarda uyuyanlar uyandı. Mışıl mışıl uyuyan birkaç bebek yerinden sıçradı, hüngür hüngür ağladı. Zehra, rüyasında sonbaharın hüznünü taşıyan bir ağacın dibinde oturmuş, bir yandan sarı saçlı torunun gelmesini bekliyor, diğer yandan, -rüya bu ya-, önünden uzayıp giden, altın suyuna batırılmış buğday tarlasına bakıyordu. Beklemesi çok sürmedi. Biraz sonra on iki, on üç yaşlarında bir çocuk buğday başaklarını yara yara ona doğru koşuyordu. Çocuğun kalbi, çocuk Zehra’nın yanına vardığında, hem vereceği müjdenin heyecanından hem de A noktasından bu yana koştuğundan olsa gerek, küt küt atıyordu. Hem büyük burnundan hem de kıpkırmızı dudaklı ağzından soluyarak Zehra’ya sarıldı. Zehra, ellerini çocuğun bir karış uzamış saçlarına daldırıyor, geriye doğru yatırıyor, tombul yanaklarından koklayarak öpüyordu. “Anneanne!” dedi çocuk, Zehra’nın kulaklarına. “Sana bahsettiğim zaman makinesini tamamladım. Artık dedemi görmeye gidebiliriz. ”Birden zaman durdu. Her şey sanki bir resim tablosunda varlığını sürdürüyormuş gibi hareketsizleşmişti. Rüzgâr esmiyordu. Ağaçtan dökülen birkaç kırmızı yaprak havada asılı kalmıştı. Buğday başakları ve yer yer sararmış çimler, rüzgârın en son estiği yöne eğilmiş öylece duruyordu. Güneş ışınlarında dans eden toz zerrecikleri ve ışınların kendileri, gökyüzündeki bulutlar ve kuşlar, Zehra, çocuk ve bir kelebek donmuştu. Çok sonra, kelebek kanat çırpmaya başladıktan sonra, her şey olağan halini aldı. Zehra duyduklarına inanmadı; Zaman makinesinin varlığına kavuşmuş olabileceğine değil böyle bir şeyin, bu kadar kısa bir sürede yapılabileceğine inanmadı. Çocuk daha bir hafta önce Zehra’ya onun için bir zaman makinesi yapacağını söylemişti. “Bu zaman diliminde en fazla fikir üretilebilir. Benimle dalga geçiyordur.” diye düşündü. Çocuğa baktı. Çocuğun doğru söylediğini gördü. Kendi düşüncesi ve çocuğun bakışları arasında gitti, geldi. Bunun öğrenmenin tek bir yolu vardı. O da; “Hadi anneanne, dedemi görmeye gidelim.” diyerek elini tutup, buğday tarlasına doğru çekiştiren çocuğun peşine takılmak. Zehra, “Pekâlâ.” dedi, ayağa kalktı, tarlaya doğru koştu. Az koştular, uz koştular. Zehra’nın kalbi, bir tavşanınki gibi atıyordu. “Nerede? Nerede?” diye soruyordu Zehra. Çocuk, çoraplarına yapışmış otları temizlemek için durduğunda cevap veriyor; “Az kaldı. Ufuk çizgisinin hemen altında.” diyordu. Buğday başaklarını yara yara, dere ve tepeleri düz koştular. Günlerce, aylarca hatta yıllarca koştular. Sonunda ufuk çizgisinin hemen altına cam bir fanusun önünde durdular. Sanki Kafdağı’nın ardından bu yana koşan onlar değilmiş gibi nefes alışverişleri normal seyrindeydi. Yalnız Zehra’nın kalbi, heyecandan göğüs kafesini kırıp, dışarı çıkıyor, inlerin, cinleri, perilerin diyarına gidip, geliyordu. Vakit kaybetmeden cam fanusun içine girdiler. Çocuk sürgülü cam kapıyı çekti. Makinenin oldukça basit olan çalışma sistemini, ince ince anlattı. Zehra, küçük kırmızı düğmelere basıp, tarihi 15 ağustos 2017’ye saati 20:00 ayarladı, büyük yeşil düğmeye bastı. Makine bir iki sallandı, durdu. Zehra, “Çalışmayacak mı?” diye sordu. Hüzne ve korkuya kapıldı. Zehra’nın korkusu, çocuğu neşelendirmişti. Pişkin pişkin gülüyordu. Fanusun içinde nereden çıktığı belli olmayan bir ses, “beş, dört, üç, iki, …” diye saymaya başladı. Ayrıca nereden geldiği belli olmayan, Güneş ışığından bile parlak bir ışık fanusun içine dolmaya başladı. Işık, fanusun içini öyle bir doldurdu ki fanusun camların çatlama sesleri geldi, ama kırılmadılar. Işık, kendini dışarı atamayacağını anlayınca, kendi varlığında barındırdığı boşluklara dolmak için patladı. Zehra’yı ve çocuğu, ezan seslerinin yükselmeye başladığı bir İstanbul akşamına götürdü. Küçük, kutu kadar bir otel odasında buldular kendilerini. Çavuş, yatakta sırt üstü uzanmış, tavan ile gözleri arasındaki boşluğa dalmıştı. Zehra, Çavuş’u görünce çığlık attı, makineden çıktı. Çocuk Zehra’yı durdurup, zaman yolcuları hakkında söylemeyi unuttuğu ve şimdi aklına düşen şeyleri anlatmak için hamle yapsa da başaramadı. Çünkü Zehra, kollarını evreni kucaklayacakmış gibi açmış Çavuş’un üzerine atılmıştı. Zehra’nın bedeni, Çavuş’un bedenine temas ettiği anda, rüzgârda dağılan dumanlar gibi dağıldı, yatağa aktı. Bir süre öylece kalakalan Zehra’ya, bir süre öylece bakakaldı çocuk. Zaman yolculuğunda, zaman yolcusu, konakladığı mekânlarda hiçbir şeye dokunamazdı. Çünkü; makine, yolcusunu insan görünümündeki bir sis tabakasına dönüştürüyordu. Çocuk bunu iyi bildiğinden ve az önceki sarılmanın tenler arası değil bedenler arasına gerçekleştiğini anlayamadığından fanustan çıktı, Zehra’yı yataktan topladı. “Anneanne! Dedeme dokunamazsın, dokunup öpemezsin, öpüp koklayamazsın.” dedi. Zehra, öğretmeni tarafından azarlanmış bir çocuk edasıyla, “İyi de evladım, ben saydıkların dışındaki her şeyi penceremin karşısında otururken de yapabiliyorum. Eğer dokunamayacaksam, koklayamayacaksam, öpemeyeceksem Çavuşumu ne anlamı kalacak bu yolculukların.” Çocuk cevap vermek istemedi. Sustu. Zehra, bir yandan bilmiş bilmiş duran çocuğun saçlarını okşuyor, diğer yandan yanı başında olanlardan habersiz boşluğa dalan Çavuş’a bakıp, iç geçiriyordu. Eğilip, yüzünü okşamak, tenini teninde hissetmek istiyordu. Ama yapamadı. Elleri yüzüne değer değmez dağılıyordu. Çavuş’u çok özlemişti Zehra. Sağ gözünden bir yaş damlası çıktı, yanaklarından süzüle süzüle aktı. Çocuk Zehra’nın gözyaşlarını sildi. “ Hadi anneanne, dedemin başka zamanlarına gidelim.” dedi. Burnunu çekti. Zehra, bir gözü çavuşta makineye bindi, zamanı ayarladı, yeşil butona bastı. Işık onları kırk yıl öncesine, Zehra’nın üzerinde gelinlikle yatağın ucuna oturduğu bir odaya, Çavuş’la beraber yürüyüş yaptıkları sahillere, oturdukları parklara, eğlendikleri mekânlara, Çavuş’un karnı yırtılıyormuşçasına kahkahalara boğulduğu arkadaş ortamlarına, gene karnı yırtılırcasına ağladığı hüzün dolu anlara, beraber gittikleri şiir gecelerine, ilk sevişmelerine… Götürdü. Işık onları götürdükçe, götürüyordu. En son küçük bir kitaplığın olduğu bir odaya götürdü. Odada, penceresinde yanan bir mum, mumun önünde bir masa, masanın yanında bir sandalye, sandalyeye oturmuş Çavuş, çavuşun elinde kalem, kalemin başına bitmek üzere olan bir uç, ucun değdiği yerde kâğıt, kâğıdın üstünde aşk sözcükleri vardı. Mektuptaki burcu burcu aşk kokusu, Zehra’nın burnuna geldi. Fanustan çıkıp, Çavuş’a doğru yürüdü. Tepesinde dikilip, yazdıklarını okumaya başladı. Kâğıda yazılan her harf yerinden sökülüp, Zehra’nın beynine saplanan bir çuvaldıza dönüştü. Çocuk, Çavuş’un tepesine dikilmiş Zehra’nın ne zaman fanusa döneceğini merak ediyordu. Bekledi. Bekledi. Sıkıldı. Birkaç kez seslendi. Zehra kâğıda yazılanlardan başka hiçbir şeyi duymadığı için kendisinin gidip, getirmesi gerektiğini anladı. Fanustan çıktı. Zehra’nın yanına gitti eteğini çekiştirerek seslendi. “Anneanne… Anneanne!” Mektubun sonuna, “Sen benim ilk ve tek göz ağrımsın.” notu yazıldığında, çuvaldızlar Zehra’nın kalbine saplandı. İşte o zaman eteğini yırtarcasına çeken çocuğu duydu. Çocuğu bileklerinden yakalayıp, “Allah’ın cezası çocuk, eteği çekiştirmeyi bırak. Yırtacaksın şimdi” dedi. Sesi, bir cellâdın gözleri kadar korkunçtu. Çocuk afalladı. Ne söyleyeceğini bilemedi. Zehra çocuğu kollarından tutup, makineye sürükledi. Sonra hışımla geri döndü, Çavuş’a bir tokat attı. Elleri dağıldı. Çavuş, tokadı yediği yanağını kaşıdı. Yazmayı bitirdiği mektubunu baştan sona yüksek sesle okumaya başladı. “Sevgilim, Sacidem… Bu mektubu neden yazdığımı inan ki bende bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da güzelliğini kâğıda anlatmak hoşuma…” Zehra, orada ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Bütün kaslarını kasa kasa makineye yürüdü, içine girdi. Eteğin paçaları makinenin dışında kalmıştı. Oradan ayrılmak istemiyorlardı. Zehra, öfkeyle paçaları içeri soktu. Yeşil düğmeye bastı. Işık patladı. Zehra uyandı. Gözlerini açtığında sabah ezanı okunuyordu. Çok uzaklardan otomobillerin, bir motosikletin, denizin, rüzgârın, yaprakların ve Arap işçilerin sesleri geliyordu. Ama Zehra boğukluğun sesini duyuyordu. Eşyalar adlarını yitirmiş, birer şeye dönüşmüşlerdi. Zehra, kendisini izleyen Hasan Ali’nin varlığından habersiz, konuşmaya başladı: “Böyle bir şeyi nasıl yapabilirsin. Hani hayatındaki ilk kadın bendim ve hani benden başka kimseyi sevmemiştin. Bana nasıl yalan söylersin Çavuş? Aynı yastığa nasıl baş koyabildin Çavuş? Midem bulanıyor. Kusmak istiyorum. Senin miden bulanıyor muydu?” Kusacakmış gibi ellerini ağzına götürdü. Bir süre sustu. Nefesi kesiliyor, kalbinin kesildiğini hissediyordu. “Sana güvenmiştim.” dedi, çok sonra. “Şimdi söyle bakalım. Ne anlamı kaldı bana söylediğin güzel kelimelerin! Ne anlamı kaldı el ele tutuşmalarımızın! Midem bulanıyor.” Hatıralar birer çekiç olmuştu şimdi ve kafasına kafasına vuruyorlardı. Ellerini saçlarına daldırdı. Burnundan hızlı hızlı soluyarak tırnaklarını kafa derisine geçiriyordu. Saçlarını köklerinden kopartırcasına çekti. Dünyadaki bütün ağırlıklar üzerine oturmuş gibi güçlükle, ”Demek hayatına giren ilk kadın bendim. Öyle mi?” dedi. “Yalancı!” Sustu. “Yalancı” ses biraz daha gür çıkmıştı. En sonunda, “Yalancı!” diye bağırdı. Koltuktan kalktı. Çıldırmak üzereydi. Odanın içinde döndü dolandı. Kocasına ait ses kayıtlarının bulunduğu telefon yatağın üzerinde duruyordu. Telefonu kaptı ve kaptığı gibi duvara fırlattı. Telefonun ekranı kırıldı. Hıncını telefondan çıkacağını düşündü. Telefonu düştüğü yerden kaldırıp, karşı duvara fırlattı. Telefon, paramparça olana kadar o duvardan bu duvara gitti, geldi. Zehra’nın öfkesi hâlâ dinmemişti. Duvardaki saati indirdi, öbür duvara fırlattı. Televizyonu yerinden söktü, yere çaktı. Elbise dolabındaki tüm kıyafetleri sağa sola dağıttı. Canından da çok sevdiği eteği eline aldı. Kutsal bir şey bakıyormuş gibi hayran hayran baktı. Sonra ağzından ve burnundan soludu. “Bunu sen vermiştin bana. Bir kadına aldığın ilk hediyeydi. Yalancı! Allah bilir kaç kadına bu etekten aldın ve hepsine bu yalanı söyledin. Yalancı! Yalancı!” Eteği kemer kısmından tutup, yırttı. Zamanla dayanıklılığını da kaybetmişti etek. Kâğıt yırtar gibi kolay yırtıldı. Elleri, yeşil eteğini yırtan bir makineye dönüşmüştü. Onları kontrol etmekte güçlük çekiyordu. Eteği yırtıkça yırtıyor, yırttığı her bir parçayı odanın bir köşesine fırlatıyordu. Elindeki parça un ufak olunca, yerden başka bir parçayı kaldırıyor, onu da paramparça ediyordu. Ne yapsa, öfkesini dindiremiyordu. Yeşil eteğin odaya dağılan bütün parçalarını topladı. Pencereden attı. Etek, seyir halindeki bir kamyonetin içine düştü. Kamyonet, Afrika’ya gönderilecek yardımı taşıyordu. Sokağı hızla döndü, kendisini rıhtımda bekleyen gemiye doğru yol aldı. Zehra, eteği götüren kamyonetin arkasından bakakalmıştı. Kamyonet karanlıkta kaybolunca yaşadıklarını algılamaya başladı. Mektubun rüyada yazıldığını ve rüyaların gerçekle ilgisinin olmadığını anladığın da ise çıldırdı. “Dur! Dur!” Diye bağırarak, kendini sokağa attı. Kamyonetin gittiği yöne doğru koşmaya başladı. Bütün gün cadde cadde, sokak sokak geceliğiyle kamyoneti aradı, ama nafile bir daha göremedi. Akşam ezanı okunduğunda ruhu, tamamıyla karanlığa karışmıştı. Bedeni ise haliç köprüsü üzerinden eve doğru yürüyordu. Köprünün birleşme noktasına gelince durdu. Etrafı dinledi. Yeni Kapı yönüne giden metro treninin raylardan çıkardığı ses, martıların sesine karışıyordu. Altın boynuzun masmavi sularına baktı. Kendisini çağırıyordu. Tereddüt etmeden çağrıya cevap verdi. Demir parmaklıklara çıkıp, kendisini suya bıraktı. Gözlerini, gökyüzüne çevirdi. Martıları kelebek, kendisini içine çeken suyu yeşil bir ova, Güneş’i bir papatya gibi gördü. Ruhunun karanlıkta debelendiği gibi debelenmedi. Karanlığın onu yutmasına izin verdi.