Yıllar önceydi.Ömrümün her safhasında bana eşlik eden soru işaretlerimin fazlalaştığı bir dönemdi. Üniversitenin ikinci yılında, acabalarla dolu düşüncelerle, insanları –ama en çok da kendimi- sorguluyordum. Beynim ve kalbim bir doğum sürecindeydi; benliğimin en bariz hali dünyaya gelmek üzereydi.Çevremdekiler ile içimdekilerin ölesiye çarpıştığı ve hiçbir ortak noktada buluşamadığı o zamanlarda; bana, benim için gerekli olan şeyi, -yani gerçek beni- verecek bir yol arıyordum.Ve bir gün kendimi, samimi bir sevgiyle değer verdiğim Ayşegül ile bir yokuşun başında buldum.
Şehir merkezinden iki vasıta ile gidebildiğimiz bu yokuşun sağ tarafında tellerle çevrilmiş bir alanda, dört beş tane minik binanın ve evlerin olduğu başka bir kurum vardı. Kurumun müdürü ile gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra, minik evlerin en küçük olanına gittik. Evin zilini çaldık, kapıyı orta yaşlarda güleç bir kadınla üç dört tane çocuk açtı. Kuruma ait bu evde, farklı yaşlarda 13 tane çocuk yaşıyordu. En küçüğü iki aylık, en büyüğü beş yaşlarındaydı.
Burası Sosyal Hizmetler’e bağlı Çocuk Esirgeme Kurumu’nun bir kolu olan Sevgi Evleriydi.Ve biz burada, arkadaşımla birlikte gönüllü ablalığa/anneliğe başlamıştık.Çocuklarla ilgilenecek, oyunlar oynayacak, kimseleri olacaktık.
Çok iyi hatırlıyorum.O ilk gün, dış kapının karşısındaki odaya girince, ayaklarımın altından yerin nasıl kaydığını…Beşikte yatan iki aylık bebeği görünce, dünyanın nasıl başıma yıkıldığını..Savunmasız bir bebeğin bu hayatta yapayalnız olduğunu idrak edince hayattan nasıl soğuduğumu..Yüzüme tokat atan o acıları ve gerçekleri çok iyi hatırlıyorum.
O kurumda, onlarca çocukla tanıştık.Onlarca çocuğun hikayesine tanıklık ettik.Bazen çocuklarımızla beraber ağladık,bazen gözyaşlarımızı yastıklarımıza sakladık.Benim oradan öğrendiğim onlarca hikaye varken, ben size tek bir hikayeyi anlatmak istiyorum;kendiminkini.
Onun bal gözlerindeki hüznü, kuruma ikinci gelişimizde fark ettim. Diğer bütün çocuklar, bizimle oynamak için yarış yaparken o sessizce bir köşede duruyordu tek başına. Ne ağlıyordu, ne gülüyordu. Sanki karşımda 1,5 yaşlarındaki küçük bir kız çocuğu değil de; evladından torununa, malından mülküne bütün varını kaybetmiş yaşlı bir kadın vardı.Uzaklara dalıyordu bazen, kimseye yanaşmadan, kimseyle oynamadan, hayatın geçip gitmesini bekliyordu sanki.Üvey anne dayağı yüzünden kuruma gelen ve ona sarılmak için kollarımızı açtığımızda dayak yiyeceğini sanıp korkan çocuklarımız vardı.Anne diye saatlerce kucağımızda ağlayan çocuklarımız vardı.Eksiklerini unutmak için bize anne diyen çocuklarımız vardı.Ama o sessizdi.Sadece sessiz ve sadece tepkisiz..Biraz gözlemledikten sonra, dayanamadım kollarımı açtım ona.Kabul etti beni kalbine.Bal gözlü kelebeğim oldu benim.Kahkaha atmasa da gülümsemeye başladı zamanla.Defalarca kollarımda uyudu.Kalp atışı dinlerken uyumayı sevdiğini fark ettim, ağladığı zamanlarda sol göğsümde sakinleştirdim,uyuttum onu.Sarımsak sevmezdi, cacığa su katardım, öyle yerdi cacığı. Salıncak severdi, kucağıma gelmek istediğinde paçalarımdan çekiştirirdi, beni kıskandığında yan yan bakışlarla izlerdi.Ateşi çıkınca uyuyamazdım geceleri.Düştüğünde ağlamazdı;hem ağlamamasına hem de canının yanmasına yanardı içim. Çevremdeki insanlar bana deli gözüyle baksa da,bir kızım olmuştu.Dersin olmadığı günlerde hep O’nun ve arkadaşlarının yanındaydık.Üniversite yurduna yatmadan yatmaya giderdik.Aklım fikrim hep O’ndaydı.Annemi anlamaya başlamıştım.Çünkü 19 yaşında üniversiteli bir anneydim işte.
Büyüdüğünü hayal ederdim, evlendiğini. Minik kelebeğimin büyümesini, mutlu bir genç kıza dönüşmesini canlandırırdım gözümde.Bir an önce üniversite bitsin de, evlatlık işlemlerine başlayayım diye bekliyordum. Kafamda her şey hazırdı,bizim evimiz, onun odası, odasına kuracağım salıncak..Bütün prosedürleri araştırmış, ezberlemiştim üstelik.
Birbirimizi çok sevdik.Nasıl anlatabilsem ki size?Bir kadın bir çocuğu ne kadar çok sevebilecekse o kadar çok sevdim.Ben varken, bir başkasına gitmeyecek, bir başkası ile uyumayacak, bir başkası ile yemek yiyemeyecek kadar çok sevdi beni.Beraber tutunduk hayata.Anne-kız olduk, yol arkadaşı olduk. Bir başımıza dolaştık bahçede, birbirimizin sessizliğinde huzur bulduk.Konuşamazdı o, bakışlarla, hislerle anlaşırdık olduk. Can olduk, hüzünlerimizi siler olduk.Biz olduk.
Günler böyle birbirini kovalıyorken,yaz tatili geldi. Ailemin yanına yani başka bir şehre gitmem gerekiyordu. Bu veda iki aylığına da olsa, canımdan can koparıyorlardı sanki.Veda günü, bildiğim bütün kelimelerle tekrar tekrar anlattım ona neden gitmem gerektiğini,onu terk etmediğimi, döneceğimi,gitmeye mecbur olduğumu ve onu çok sevdiğimi..Ne kadar anladı,hıçkırıklarımın arasında ne kadarı anlaşıldı bilmiyorum;ama anlattım.Öptüm, kokladım, Allah’a emanet ol dedim, gittim.
Yaz tatilim,telefonumun ekran fotoğrafı olan bal gözlü kızımla sohbet ederek geçti.Yaz tatili bitsin de kızıma kavuşayım diye bekliyor, bütün eşe dosta onu anlatıyordum.Anlamayan bakışlar, saçma bulduğunu ifade eden cümleler umurumda bile değil.Eylül yaklaştıkça da içim içime sığmıyordu, az kalmıştı.
Üniversite okuduğumuz şehre erken dönen Ayşegül’den bir haber geldi;benim bal gözlü kızım, evlatlık verilmiş.Birkaç güne gidecekmiş.
Kaç gün ağladım hatırlamıyorum.
O kısımlar silinik bende.Onun gidişine ağlıyor, sonra onun bir aile bulmasına sevinemeyen bencil bir insan olduğumu düşünüp bir de ona ağlıyordum.Bir yandan bir aileye erkenden kavuştuğu için şükrediyor bir yandan da canımın yangınını bir türlü söndüremiyordum.
En çok da, dönememiş olmak mahvediyordu beni.Sözümü tutamamıştım.Muhtemelen bir zamanlar biyolojik annesini beklediği gibi beklemişti beni;ama çalan kapıdan hiçbir zaman ben gelmemiştim.Onu terk ettiğimi sanmıştı, onun zihninde bu sefer de ben terk etmiştim onu.Bu düşünce beni yedi bitirdi, tıpkı şuanda da olduğu gibi.En azından dönebilseydim,bak geldim diyebilseydim, belki bir nebze sönerdi ateşim.
Herkes birkaç güne unutursun dedi.Aradan yaklaşık yedi sekiz yıl geçti, ama hala aynı benim telefonumun ekran resmi.Kaç telefon değiştirdim, bilmiyorum.Her telefon alışımda ilk işim, onun resmin indirip ekran resmi yapmak oldu.Her 19 Eylül’de onun doğum gününü kutluyorum. Şimdi kocaman kız olmuştur, okula başlamıştır, saçları uzamıştır.Hala rüyalarıma giriyor ara sıra.Yolda ya da bir alışveriş merkezinde, biri çekiştiriyor paçamdan, bir bakıyorum ki o.Yıllar değişse de hiç değişmemiş, büyümemiş.Öpüp kokluyorum rüyamda doyasıya.
Geçen gün annem, şu telefonunun resminde niye hala o var, beni koy bari diye takıldı bana. “Senin telefonun ekran resmi kim?” dedim. “Sen, abin ve yengen.”dedi. “İşte anne, herkes kendi evladının resmini koyuyor.” Dedim,bir şey demedi. Bu diyalog benim hikayemin özeti gibiydi.
Bal gözlü kızım, bir insanı anne yaptı.Geleceğin öğretmenine koşulsuz sevmeyi öğretti.Kan bağı olmasa da bir çocuğa nasıl evlat gözüyle bakılır,canlı canlı gösterdi.Bu gün,sınıfımda olup sevildiğini hisseden bir öğrenci varsa, bu yıllar önce hayatıma giren bir kelebek sayesinde.İnsanlığı,şefkatin gücünü, değerli hissetmeyi, doğum sürecindeki benliğimin şuan ki halini ve sahip olduğum bir çok şeyi bana o öğretti.
Ben ise onu sadece sevdim- seviyorum-sevmeye devam edeceğim.