in

Benim Adım Kırmızı yahut Bir Oryantalistin Malihülyası

Orhan Pamuk’un Doğu – Batı çatışmasına dair söyleyeceklerini resim vs. minyatür üzerinden anlattığı Benim Adım Kırmızı, yayımlanmasının üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hâlâ keyifle okunan başarılı bir roman. Pamuk’un “en renkli romanım” dediği Benim Adım Kırmızı, III. Murad zamanında saray nakkaşhanesinde dönen bir komplo ile başlayarak bir cinayet, aşk ve iktidar mücadelesi ekseninden okurunu dönemin sanat ve hayat anlayışı üzerine düşündürücü bir maceraya çıkarıyor. Yansıtılan anlayışın ne kadar isabetli olduğu ise tartışmaya değer.

Orhan Pamuk’un artık alametifarikası haline gelen yoğun araştırmaya dayanan bilgilerin canlı tasvirlerle harmanlanarak -yer yer aforizma merakını dizginleyemeyen- sunumu üslup ve dil üzerine verdiği emeğin bir göstergesi. Anonim masallardan, mesnevilere, kitabın geçtiği dönemde Osmanlı kalemiye sınıfının okuduğu eserlerde kadar öyküye inandırıcılık katan detaylar eli kalem tutan herkesin takdir edeceği bir kıvraklıkla yedirilmiş atmosfere. Ölü veya diri çoğu zaman mahlaslarla adlandırılan anlatıcının sürekli değişmesi, merak duygusunu canlı tutuyor. Bir nevî gövde gösterisine dönüşen dil ve üslubun yanı sıra öyküde hareket akışını sağlayan kurgu oyunları (haberlerin bohçacı üzerinden yayılması gibi) konusunda Orhan Pamuk’un romancılık tekniğine ne kadar hakim olduğunun yansımaları.

İçeriğine baktığımızda ise şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bu roman, bu haliyle, bugün yayınevlerinin önüne gitse sanırım editörleri “zamanın ruhu” nedeniyle boncuk boncuk terletirdi. Zira 20 yıl öncesine göre halkımızın tarih ve Osmanlı algısı artık alternatif anlatılara çok daha kapalı, bu anlatıları her türlü safsata ile boğacak kadar da çarpık. Yani demem o ki, Orhan Pamuk bu romanı bugün yazsa kendisini yeniden, bu sefer “Osmanlı’ya hakaret” suçlamasıyla mahkeme salonlarında bulabilir.

Asıl derdimize dönecek olursak romanda son derece canlı tasvirlerle anlatılan kızlı erkekli erotik aşk sahneleri, kitabın temasıyla beraber düşünüldüğünde aslında Orhan Pamuk’un “Ben bu kitabı Türkçe yazıyorum ama ecnebiler de beğensin istiyorum.” deme şekli. Yazar, kendisine sık sık yöneltilen oryantalist eleştirilerinin de, Batı’nın Doğu’ya olan hastalıklı bakışının da gayet farkında olduğunu bu konulara kafa yoran herkesin hemen anlayacağı şekilde işlemiş romanda. Ancak bu yanlışı bile bile buna hizmet ediyor oluşunu da Orhan Pamuk’un kariyerperestliğine yormak lazım zira bu roman yazıldığında henüz Nobel Edebiyat Ödülü’nü almamıştı. Yanlış anlaşılmasın Nobel’i bu yüzden aldı diye bir şey kesinlikle demiyorum ancak abdalların resmini yapan Frenk ressamın ağzından yazdığı şu pasaj oldukça mühim:

— spoiler —

niye bunları resmediyorsun be frenk kâfiri!” diyordu. “hırsızlık ederek, dilenerek gezen bu rezil kalenderiler,- esrar çeker, şarap içer, birbirlerini becerir ve şu yarı çıplak hallerinden belli, namazdır, duadır, evdir, ailedir, yurttur bilmez dünyanın kabahatidirler. şu bizim güzel memleketimizin o kadar güzelliği varken niye bu fenalığı resmediyorsun, bizlere fenalık olsun diye mi?” 

“hayır, sizin fena halinizin resmi daha çok para ettiği için,” dedi de kâfir, biz iki abdal nakkaştaki bu aklın gücüne şaştık.

— spoiler —

Finalde Şeküre’nin ağzından bizi uyarışı da bunun tasdiklenmesi gibi:

— spoiler —

“resmedilmeyecek bu hikayeyi, belki yazar diye, bu yüzden anlattım oğlum orhan’a (…) bu yüzden kara’yı olduğundan şaşkın, hayatımı olduğundan zor, şevket’i kötü ve beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın orhan’a çünkü hikayesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur”

— spoiler —

Şeküre’nin oğullarına seçtiği isimlerin Orhan ve Şevket oluşu -ki Şevket Pamuk aslında Orhan Pamuk’un ağabeyi olup saygın bir ekonomi tarihçimizdir- amiyane tabirle yazarın okura zarf atmasıdır. Bu konuşanların ne kadarı karakter ne kadarı yazar takdir sizin.

Ayrıca yazarımız Doğu’nun sanata bakışını sufizm esintili ince cümlelerle yüceltse de nakkaşları perspektif ve üslup karşısında düşürdüğü acıklı hâl aslında bütün Batılılaşma maceramızın özeti gibi. Özellikle üslubu bir kusur olarak gören anlayışı sık sık okuyucuya hatırlatıp üstüne bir de kendisinden beklenmeyecek hatalı cümleler kurması okurunu “acaba bu üslup meselesine bir gönderme olabilir mi?” diye düşündürüyor. (Malum; kendisi daha önce İlber Ortaylı tarafından cami balkonu üzerinden eleştirilmiş ancak Ortaylı bu meselede iddiasını net bir şekilde kanıtlayamamıştı.)

Ne düşünüyorsun ?

0 puan
Artı oy Eksi oy

Bir cevap yazın

Jack Nicholson ve Unutulmaz 6 Filmi

Bir Ayçiçeği Portresi