in

Günbatımı

Gözlerimi araladım. Hayır uyumuyordum. İnsan gözlerini sadece uyumak için kapatmaz. İçime bir türlü doğamayan güneşin sancısını çekerken ben, odamı dolduran turunculuklara sitem etmeye yeltendim ki bununla vakit kaybedemeyeceğimi düşündüm. Üzerime bir şeyler geçirdim gelişigüzel. Kulaklığımı ve telefonumu bir de tam kapıyı kapatırken asılı olduğu yerden düşerek varlığını anımsatan anahtarımı alarak çıktım. Bir kuşun kanat çırpma ritmini tutturdum gitmeye dünden razı ayaklarıma. Kısa bir süre içinde caddedeydim. Sağımdan solumdan insanlar geçiyordu. Ya da ben onların sağından solundan geçiyordum. Herkesten hızlı olmalıydım. Kulağımdaki müziğe rağmen hala işitebildiğim kinci söylenmelerini, şikayetlerini, çıkarcı korkularını, manasız hırslarını, nefretlerini, bir türlü sevmeyi beceremeyen toy kalplerini, hasetlerini… hepsini, hepsini sollamalıydım, evet, en hızlı ben olmalıydım. Kimseden özür dilemeye mecbur kalmadan ama yol verecek kadar nazik de olmadan arşınladım her zamanki yolumu. Sadece bir küçük çocuğa bir de sokak köpeğine yol verdim; içimdeki minik kız çocuğuyla, kaldırımın en kenarından kollarımı iki yana hafifçe açıp düşmemeye çalışarak. Bu kadar yolu başım önde yürüdükten sonra ilk kez kaldırdım başımı havaya. Amacım hep yaptığım gibi bulutlara selam çakmak ya da onlarla derin mevzular hakkında sohbet etmek değildi. Niyetim bir garip gözyaşı ticaretiydi. Yine zamansız gelen gözyaşlarımı ödünç verecektim bulutlara, onlar da zamansız yağmurlar yağdıracaktı şehrime. Ben yanaklarım ıslanmasın diye baştan ayağa ıslanmayı göze alırdım. Her konuda böyleyimdir belki. Ve başımı kaldırdığımda vites atmam gerektiğini anlayıp adımlarımı sıklaştırdım. Etraftan iyice soyutlamıştım kendimi. Görüş açım daraldıkça daralmıştı. Kulağımdaki müziği dahi duyamaz hale gelmiştim. Tek bir ses duyuyordum sadece: bir saatin tiktaklarına karışan bir tokmak sesi. Tik tak tik tak tok tik tak tok tok tik tak tik tak tiktaktiktak… Nefes nefeseydim. Ha gayret, çok az kaldı. Merdivenleri üçer beşer atlıyordum. Arada bir arkamı kontrol ediyordum nedense. Karşıdan gelen bir adamın şüpheci ve anlamaya çalışır bakışlarına uğradı birden gözlerim. Polisten zabıtadan falan kaçıyorum sandı herhalde. Hiç güleceğim yoktu gerçekten. Birileri beni ciddiye alıp da başıma bir iş açmaz umarım diye düşündüm ilk defa. Görünmez olduğumu sanırdım zira önceleri.

Birden Nilgün Marmara’nın şu dizeleri düştü aklıma:
‘Ey iki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!’
Ben bunu diyemezdim, dedim kendi kendime. Daha kapılarını dahi fark etmediğim ne bahçeleri vardır bu yerkürenin. Hem bu büyük bir iddia. Evrendeki gezegen, yıldız, astreoit sayısı kadar bilinmez ki bu arka bahçelerin sayısı. Sadece sayıca çokluğu da sorun değil hem, ya keyfiyeti, üstünde bitirdikleri, içinde gizledikleri, tuzakları? Hepsine vakıf olmayı bir ömre nasıl sığdırır ki bir insan?
Ve evet sonunda gelmiştim. Tam da zamanında. Az daha oyalansam kaçıracaktım günbatımını. Ne, olamaz mı yani? Küçümser bakışlarınızı, alaycı tebessümlerinizi çekin üzerimden. Bu kadar insan her gün, her an birçok saçma, gereksiz iş için koştururken benim günbatımına yetişmeye çalışıyor olmam niye bu kadar şaşırttı sizi? Kaç kişiyiz Allah aşkına söylesenize; gökyüzündekilerden, yeryüzündekilere nazaran daha çok bahseden? Hem sizin bilmediğiniz bir şey daha var, her günbatımında bir mahkeme kurulur içimde. Sanık ….. burada mı diye sorduklarında, içeri girmezsem neler olabilir biliyor musunuz siz? Kim gıyabında kararlar alınmasını ister ki? Tabi istesek de istemesek de doğduğumuzdan beri birçok iş böyle yürüyor ama neyse… Mahkeme başlamak üzere, gitmeliyim. Yarın eğer daha erken gelebilirsem size belki biraz sizden bahsederim. Ben mi? Beni şimdilik boşverin. Belki bir gün siz de benden bahsedersiniz. Kim bilir?

Ne düşünüyorsun ?

0 puan
Artı oy Eksi oy

Bir cevap yazın

Leyl*

Audioslave (2002)