NOT: Yazdıklarım yıllar önce, kalabalık bir ortamda sunum yaptığım (daha doğrusu yapamadığım) güne aittir.
Bir parçası kayıp bir bulmaca, alevi titreyen bir mum, satırlara sırtını dayayan bir cümle, anahtarı kayıp bir kutu… Bedenimde filizlenen karamsarlığın tanımı tam olarak bunlardı. Korkak, kayıp ve sonlu. Adımlarımın altındaki güç beni geriye doğru sürüklerken ileriye nasıl gidebilirdim ki? Ruhuma işleyen gözlerin merak dolu bakışları arasında ben, o gözlerin arasında kaybolacağımı bile bile nasıl devam edebilirdim? Okumayı öğrenirsen, her insanın bir kitap olduğunu görürsün, demişti William Channing. Parlak, yeni ciltli ve temiz kitapların arasında benim eski, yıpranmış, tozlu ve boğucu kitabım nasıl ayakta durabilirdi? Bir anlığına kulaklarımın duymamasını, gözlerimin görmemesini dilemiştim. Hayır, aslında hissetmemeyi dilemiştim. Güç almak için parmaklarımla dokunduğum masanın tenimden daha sıcak olduğunu fark ettiğimde gücümü kaybetmemem için bir sebep kalmamıştı. Bakışlarımı istemsizce onlara çevirdiğimde hepsinin yok olmasını beklemiştim; bu çok yanlıştı, çünkü yavaş yavaş yok olan sadece bendim.
Tahtaya baktığımda kelimelerin titrediğini ve bulanıklaştığını görmüştüm. Sonbaharda dalına sıkıca tutunan bir yaprağın rüzgarla dans ederek toprağa uzanmasını izlemek gibiydi bu. Bir zamanlar canlı olan nesnenin ölümünü seyretmek. Zihnimin derin köşelerine sunumdaki cümleleri bırakmıştım. Artık tahtaya bakamaz hale geldiğimde, bir ümit onlara ulaşmaya çalıştım. İşte bu da ikinci hatamdı. Çünkü bir ressam fırçasındaki boyayı palete rastgele sıçratırsa, boyalar mutlaka erir ve damlamaya başlardı.
Zihnimdeki kelimeler de yer değiştirmeye başlayınca derin bir nefes almıştım. Sanki güçsüz bedenime çektiğim o nefes, devam etmemi sağlayan tek yoldu. Tekrar onlara baktım endişe kusan gözlerimle; kafaları birbirine kayıyor ve tanınmışlıklarını örtüyordu. Sustum, sadece sustum. Bunu panik atak yaşayanlar bilir, öyle bir hale gelirsiniz ki ne konuşmak, ne duymak, ne de görmek bir şey ifade eder sizin için. O an dudaklarımda biriken her cümleyi dişlerimle parçalayarak yutkundum. Sessizlik dediğimiz şey de bu değil miydi zaten? Kelimeleri tekrar tekrar sindirmek…
Utanç, korku ve kaygı omuzlarıma çöküvermişti. Dudaklarımı araladığımda çıkan hırıltı pişmanlık kokuyordu. Bu masanın arkasına hiç geçmemeliydim, ayağa hiç kalkmamalıydım. Titreyen ellerime eşlik eden ve ritmini sürekli değiştiren kalp atışlarım ümitlerimi parçalara ayırmaya yetmişti. Artık sadece boşluk vardı; beni ve etrafımdakileri kendisine çeken bir boşluk. Tüm hislerim ve öz güvenim o boşluğa çekilmişti. Bedenim ne kadar ayakta duruyormuş gibi gözükse de ruhum çoktan ayaklarımın altındaki soğuk zemine uzanmıştı. O an herkese seslenmek istedim: “Buraya bakın, cesedime iyice bakın!” Gözlerime siyah bir gölge ilişti ve zihnim korkunç düşüncelerimin kapısını araladı. Boşluk giderek büyüdü, büyüdü ve büyüdü.
Karanlık.
Geriye kalan tek şey buydu.