Bak haziran, temmuz geçti gitti.
Çok değil, birkaç gün sonra çıkıp gelir sonbahar, meydan okur içinde ve aynı zamanda dışında olduğumuz bu hayata. Aynı hayatın gündüzüne ve gecesine.
Gündüzler kısalıyor, biliyorsun.
Karanlık birkaç kat daha sıkı saracak artık bu naçar ruhlarımızı. Yalnızlık daha koyu bir tona bürünecek. Ve şiirler daha bir şiir artık gece denilen girdabın içinde.
Sonra zaman eylülden çalacakta sonbahar; umutları maviye, yaprakları ise sarıya boyayacak göreceksin.
Tamam belki sarılarını dökecek ağaçlar ama yine aynı sonbaharın yağmurlarında ıslanacak yorgun bedenlerimiz.
Yağmurlar yağacak şehirlerimize. Ve sen yine göreceksin ki herkes ‘yağmur’ ne demek bilmeyecek.
Koşturup duracaklar bir an önce varmak için dört duvar ve bir çatıdan inşa ettikleri kazamatlarına.
Asla idrak edemeyecekler ıslanmak pahasına tene dokunan damlaların iliklere doldurduğu huzurun anlamını.
Hayat bu. Saatler günler için günler ise ömürlerimiz için geçecek sonbaharda da.
Belki gözlerimiz buğulu camda, kahvemizi yudumlarken, geleceğe dair hayaller kuracağız kim bilir?
Ya da kahve değil bir Orhan Veli dizesi ısıtacak içimizi.
Hayat bu. Kavgalar,küslükler göreceğiz. Gülüşler, gözyaşlarında boğulan insanlar. Çiçekler göreceğiz, açan ve solan çiçekler.
Ölümler göreceğiz, ölümler. Ve ölümden hallice doğumlar.
Hayat bu. Dinlemeyecek. Devam edecek. Sonbahara rağmen. Sonbaharda da.
Sonra eylül 18’i devirecek. Sonbahar beni bir daha doğuracak. Aynalarım bana kim olduğumu anlatacak. Ben yine kendimi bu hayat için fazla bulacağım. Hayat ise beni yine fazlaca küstah. Ben yine, bana, siyahın hüküm sürdüğü topraklarda beyazın en parlak tonuymuşum gibi hissettiren bu insanlıktan yana soluk renkli dünyaya açılan hayatı yaşamayı her sonbaharda olduğu gibi bir kez daha reddedeceğim…