in ,

Bir Anadolu Destanı: Yaşar Kemal

Yaşar Kemal; bu topraklara kök salmış, büyüyüp filizlenmiş, nâmı tartışılamayacak kadar yürümüş, iyi yazar olmanın ötesinde romanda tarz yaratmış en güzel değerimiz şüphesiz. Aydın Orak, yaşadığı coğrafyanın yetiştirdiği bu değere bakmadan geçmeyip araştırmış, irdelemiş biz izleyiciler için güzel bir kaynak oluşturmuş ‘Yaşar Kemal Efsanesi’nde. Kendisine de ilettiğim gibi böyle bi çalışmayı literatüre iyi ki katmış. Zaten sevdiğim bir yazarın hayranı oldum sayesinde.

Ortaya koyulan eser sanatçıyı her zaman yansıtmayabilir. Bahsettiği değerlerden tamamen bağımsız karakteristik özelliklere sahip olabilir mesela. Eserle sanatçı arasındaki görünen ‘bağdaşmazlığın’ eleştiri unsuru olması doğru değildir elbette ama bu ikili uyum içerisindeyse sanatın alıcısı için farklı bir samimiyet duygusu gelişir ki bunun en güzel örneğidir Yaşar Kemal.

Yaşar Kemal’in görüntüleri, röportajları, dostlarının onun hakkındaki söyleşileri gibi kayıtlardan oluşup belgesel niteliği taşıyan filmde Yaşar Kemal: “Benim kitaplarımı okuyanlar zulüm etmemeli. İnsan öldürmemeli. Barıştan yana olmalı, barış için yazıyorum.” der. Yüreği insan sevgisiyle dolup taşar. İnsanca bir yaşam için mücadele edenlere dayanak olur hayatı boyunca. Samimiyeti işte buradan ileri gelir. Düşündüğüyle eylemleri birdir.

“Bana hep Çukurova’yı yazdığımı söylüyorlar. İnsan doğup büyüdüğü yeri yaşar. Oranın acılarını, sevinçlerini… Paris’i yazacak halim yok ya…” diye ne güzel serzenişte bulunuyor onu eleştirenlere.. Evet, dünya bizim evimiz, evrensel düşünmeliyiz filan ama doğup büyüdüğü topraklara, sanatına dair herhangi bir fikri olmayan nesiller yetişiyor. Dünya klasiklerini okumak iyidir ama Reşat Nuri, Yaşar Kemal, Füruzan da okunmaya değerdir. Jim Jarmusch, Tarantino, Zvyagintsev sevdiğim yönetmenlerdendir ama bizde ne var ne yok diye merak edip bakarım. Nick Cave, Robert Johnson dinlerim tıpkı Neşet Ertaş dinlediğim gibi. Bu söylemlerimin milliyetçilik olarak addedilip yanılgıya düşülmesi aslında derdimizin ne olduğunun anlaşılmasından o kadar uzakta bir tutum olur ki… Güzel olan her şey elbette bilinmeli, entelektüelite bunu gerektirir. Sevgili Yaşar Kemal’le dem vurduğumuz; yerel olana şuursuz bir sırt çevirmedir aslında.

Bir röportajında diyor ki: “Kitaplarımda doğayı abarttığımı söylüyorlar. Bunu söyleyen de doğayı bilmiyor. Şu sarı çiçeğe bakar mısın? Doğa zaten kendisi abartmıştır. Çukurova’nın hiçbir yerinde akan ırmaklar birbirine benzemez. Çiçeği, yeşili, rengi hepsi birbirinden farklıdır. Ben abartmıyorum, yazarak yeniden yaratıyorum.” Bereketli topraklarda yaşama şansına erişmiş yazar betimlemeleriyle gözlerimize yığılan duvarlardan arındırırken doğaya olan aşkını-yaşama, insana, çocuğa olduğu gibi-tevazuyla aktarıyor biz izleyiciye. Yeniden yaratım için söylediği birkaç şey daha var: “İnsan, yaratan bir yaratıktır. Roman, en etkili sanat dallarından biridir. Kendim romancıyım diye söylemiyorum. Sinema da öyle. Romancı yazar, yeni bir dil yaratmalıdır.” Bu yarattığı yeni dilde tahsilin payının olmadığı, öz eğitim ve yeteneğin nelere kadir olduğu gerçeğini düşününce ‘yazar olunur mu doğulur mu’ tartışması düşüyor akıllara. Şartlarının zorluğundan ‘okuyamamış’ olması, tekdüzeleştiren bir tedrisattan geçmediği için belki de şanslıdır diye düşündürüyor.

Ve aşk… Yüreğinde taşıdığı sevgilerin en özeliydi belki de Tilda. Onunla olan yolculuğundan bahsederken: “Tilda’yla birçok konuda aynı düşünüyoruz. Sosyalizm, faşizm, hayat görüşü… Felsefe, sanat, edebiyat konusunda kimi zaman farklı düşünüyoruz. Böyle de olmalı. Onun beğendiğini bazen ben beğenmem. Benim beğendiğime bazen o önem vermez. Ama bu sanatta, edebiyatta böyle olur. Elli yıl da böyle geçti işte…” Her ilişkinin dinamiği farklıdır elbette ama onların birlikte olma halini gördüğünüzde günümüz yüzeysel ilişkileriyle kıyas yapmaktan alıkoyamazsınız kendinizi. Kişinin kendisiyle geçirdiği zamanın kalitesinin dışavurumudur aslında birliktelik. Ne kadar donanırsak o kadar güzel yaşarız ilişki biçimlerimizi. İşte Yaşar’la Tilda; paylaşarak, çoğalarak, bir olabilmenin en güzel resmini çizmiştir. Ne mutlu ki aşkla üretip yan yana durabilmişlerdir yıllar yılı. Ölüm Tilda’ya gelip çatınca boğazı düğüm düğüm yapar Yaşar Kemal’in cenazedeki perişanlığı..

Filmi izlerken mahkeme görüntüleri, içinize çöken ağırlığın sebebidir. Yüreği sevgiyle dolup taşmış, sevilen bir yazarı otorite sevememiştir. Düşündüğünü söylemekten imtina etmez çünkü hiçbir zaman. Bir dava sonunda der ki: “Benim beraat etmem önemli değil. Benim beraat etmem bir insanın beraat etmesidir. Düşünce suçundan kimse içeri girmemelidir. Kimse yargılanmamalıdır.” Düşünürleri, üreten insanları yargılamak belki de çağların vebasıdır insanlık varolduğundan beri.

“Yoksulluk, bir insanın en kötü şekilde aşağılanmasıdır. Yoksulluk olmamalıdır. Ülkenin herkese yetecek kadar yiyeceği var. Bu ülkenin gelir dağılımı berbat.” Ah iyi ki görmedin bu günleri Aşık Kemal…

Film, kurgu olmamasına karşın akıcı anlatımı ve içeriklerin ustaca seçilip sıralanmasıyla kurmaca bir dramı izler hissi uyandırıyor izleyicide. Etkileyiciliği kayıtların şiirsel bir anlatımla aktarılmasından ileri geliyor. Bir Yaşar Kemal ilkesidir “Bütün hayatımın amacı yazmak, yazmak, yazmak… Daha iyi, daha iyi, daha iyi…” Yönetmenin de daha çok üretip bizimle buluşturması dileğimiz.

Film izlenimlerimi yazarken filmde geçenlere fazlaca yer vermemeye çalışsam da biyografik bir anlatıda bundan kaçınmak çok mümkün olmuyor. Benim burada bahsettiklerim karıncanın su içtiği kadardır alabildiğine uzanan denizde. Filmi görmek gerekir anlamak, yaşamak için.

“Dünya binbir çiçekten oluşmuş bir kültür bahçesidir. Binbir renkli, binbir kokulu… O bahçeden bir çiçek koparılırsa insanlık da rengini, kokusunu yitirecek. Bütün yıldızları fethedebilirler ya insanlık kültürünü yok edemezler.” Kokumuzun yitmediği bir dünyada var olabilmek umuduyla…

Ne düşünüyorsun ?

0 puan
Artı oy Eksi oy

Bir cevap yazın

Her zaman siyah, her zaman rengarenk

Sende Kaybolmak