in ,

41. Senfonide İntihar / İda

Başlığı, bir yazıya çarpıcılık unsuru katmak için en kestirme yolu seçmiş olmak için değil; filmin beni en çok etkileyen sahnesini tanımlamak için seçtim. Çünkü bana göre yazının içeriğinin, düşüncelerin ana izleğinin başlığı belirlediği gibi yazıya daha en başından vereceğimiz adlandırma da yazının karakterini yansıtmada önemli etkendir. Yazının intihar kavramı üzerine şekillenmesi niyetinde olmasam da daha önce hiçbir filmde görmediğim bir tavra duyduğum minneti sunmak için 41. Senfonide İntihar diyebilirdim yalnızca.

Film: İda. İzlememiş olanların okuması çok da akıllıca olmayacaktır. İpucu vermeden film anlatısı yapmaya kendimi zorlasam başarabilirim belki ama ben aslında en çok kendim için yazıyorum. Bunların hiçbirinin filmle ilintisi olmayabilir, teknik açıdan ele almıyorum nihayetinde yine de bu sayede yıllar boyu unutmuyor, hemen izle-tüket algısından kendimi kurtarmış oluyorum. Bir de tabi izleyip yeni bir gözden okuma yapmak isteyenlerin de buralarda bi yerlerde olduğunu bilmek mutluluk veriyor.

Şimdiye dek kaç filme konu olmuştur kimbilir Yahudilere duyulan nefret ve soykırım. İda’yı oluşturan ana hatlardan biri de bu. Ailesi bu nefret yüzünden öldürülen, manastırda bir rahibe olarak yetişen İda’nın teyzesiyle tanışma hikayesiyle başlıyor diyebiliriz film için. Teyze, belli ki bu travmatik geçmiş öyküsünün hayatında başrol olması ve bu travmayı yeniden palazlandıran İda’nın gelişiyle iyiden iyiye sarsılan ama kız kardeşinin hatırası olarak gördüğü İda’yı da benimsemekten geri durmayan bir karakter. İlkin geri yollamak istese de geçmişteki ortak acılı hikaye, ortak bilincin de etkisiyle kabullenir İda’yı. İda’nın hatırlayabilecek kadar olgunluğa erişmediği bu acı olay, görerek tanık olmasa bile tüm bedenine nüfuz etmiştir sanki. Bu ortak bilinçle İda’nın öldürülen annesinin nerede gömülü olduğu sorusuna cevap arayışı için yollara düşerler. İnsanın gireceği en acılı arayışın sonunda bir adamın yerini bildiğini söylediği mezarlıkta bulurlar kendilerini. İşte tam da bu sahnede mezarlığın, o da yoksa kemiklerin bizde arz ettiği ‘hayati’ önem kendini gösterir. Yas tutmak, kaybını yaşadığımız kişiden bir parçayı toprağa gömerek tutulur ve ancak toprak serinletebilir bir nebze. Ancak o mezarlık kurtarabilir insanı belirsizliğin azap verici ellerinden, acıyı tamamen söndürmese de. İda, annesinin kemiklerini almış, kendisinin öldürdüğünü itiraf ettiği cellata sorar:

“Neden, beni neden öldürmedin?”

-“Çünkü sen küçüktün, Yahudi olduğunu kimse anlamazdı. Seni manastıra verdim.”

Yüzünde hiçbir hiddet emaresi görülmez. Celladı da gömer o kazılan toprağa, vakur, öylece ayrılır yerinden.

Bu içteki gerilimi dupduru sakin bir su gibi içinde tutup oluğundan taşmasına izin vermez. Hayatta hep kayıp parçasını bulmak isteyen insanın hissettiği o eksikliğiyle yüzünde istençsiz bir kabulleniş vardır. Ama bir yandan da içindeki su kadar berrak bir saydamlık okunur aynı yüzden.

Filmin merkeze aldığı diğer karakter, girişte beni en çok etkileyen sahnenin başkahramanı teyzenin yaşadığı dramın İda’nınkinden aşağı kalır yanı yoktur. Karşılaştıkları andan itibaren zaten melankolik olan bu kadının boşlukta yüzüyor gibi yaşadığı günlerin biri diğerine eklenir. Öyle ki üstüne geldiği hayata diri bilinçle başedemez, alkol etkisinden alıkoyamaz kendini. Bir an gelir ve gerçekten boşlukta yüzer. İşte bu filmin belki en benzersiz sahnesi tam da burasıdır. Evin dış dünyaya açılan o dikdörtgen aralığına yaklaşır, fonda 41. Senfoni, çıkar pencereye ve bir anda bırakır kendini. Kamera açısı, kadın hayattayken nerede idiyse öldüğünde de oradadır. İntihar edecek diye yakınlaşmaz. Hayatından vazgeçmek üzere olan kişinin düşüncelerini yüzünden okuma fırsatı vermeyip, göstermez. Bir anda olur, sadece bir an. O an sonlandığında birçok filmin aksine pencereden aşağı cansız bedenine de baktırmaz. Kanıtlama ihtiyacı duyumsamaz. Tam bir mahremiyet hakimdir. Yönetmen bu bilinçle mi çekmiş bilinmez ama bende her şey tam da olması gerektiği gibidir. Ne kadının yüz çizgilerinden, gözbebeklerinden onu anlamaya çalışabiliriz-ki anlayamayacağızdır zaten-ne de aşağı düştükten sonra akıbetini biliriz. Gözle görünmeyen bir şerit çekilmiştir, yaklaşamayız. İnsanların hayatına o kadar da yaklaşmamak gerektiğini salık verdiğini düşündürür. Hakikaten, çok fazla dahil değil miyiz her şeye? Gerçekleşen somut olayları bile algılamakta o kadar zorlanıp çarpıtabiliyorken bir de insan hayatının fırtınalarında kendimize korunaklı bir alan sağlayıp o insanı konuşmak, eleştirmek, hatta yerden yere vurmak çok zalimce değil mi? Her insan aslında nefes alabildiği bu kısa zaman kesitini kendi gerçeğini bulmak ve bu gerçeği hep yeniden yaratmak için harcasa, bu başkaları dediğimiz o kendi savaşımını veren diğer insanların dünyalarına hep o gözle görülmeyen şeritin dışından bakıp huzuru bulabilirler. Fakat bu bilince erişebilmek için istemek gerekir.Gerçekte kimse, kendine bu olgunluğu kazandıracak bazen güç olan bu yolları aşındırmayı istemez, herkes haddini aşıp pencereden aşağı bakar ne yazık ki…

Sahnenin diğer olası alt metni ise insan hayatının aslında rastlantısal başlayıp aynı kendiliğindenlikle son bulduğu fikri. ‘Geldim, gördüm, gidiyorum’ sadeliğiyle, insan hayatına aslında çok da derin manalar yüklememek gerektiğini söylemeye çalışır sanki. Filmi izlediğimden beri bu imgelemden kurtaramıyorum kendimi. İnsan hayatını nereye koymam gerektiğimi bilemiyorum. Son aylarda doğanın biz olmadan nasıl kısa zamanda yenilenebildiğini görünce değersiz olduğu sanrısına kapılıyorum. Ama hemen ardından insanın içinde duyacağı sevgiyi, bu sevigiyi gösterme gücünün nelere muktedir olduğunu, tarihin ilk zamanlarından beri nasıl şaheserler yaratabildiğini düşününce iyi ki bu hayattan geçme şansı bahşedilmiş de bunları görebilmişim diyorum. Ölüm şairi olarak tanınan ama aslında içinde büyük bir yaşama sevinci besleyen Cahit Sıtkı’nın bu korkunun akislerini şiirlerine yansıtmaktaki ustalığı geliyor aklıma sonra. Ölüm olmasa, yaşamın güzel kılınması mümkün olmazdı. Kimi zaman her şey anlamını yitirip yaşama güdüsü kaybedilebiliyor yine de. Belli ki zihnimde hiçbir zaman netliğe kavuşamayacak bir mesele bu. Sabahattin Ali’nin bazen insanları boynuna sarılıp öpecek kadar sevdiği bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemediği noktasında duracağım hep belki.

Teyzesinden geriye kalan giyim kuşam parçalarını kendi üzerine geçirerek hayatında ilk kez kabuğunu parçalar İda. Yaşadığı korunaklı alandan çıkıp hayatına daha önce görmediği tarzdan insanların dahil oluşuyla artık eskisi gibi olamaz hiçbir şey. Ne köklerinden kopabilir, ne de geçmiş yaşantısındaki bağlılıkla tutunabilir kutsalına. Kaldıkları otelde müzik yapan biriyle tanışıp yakınlaştıktan sonra onun için sevgilisiyle yeni bir hayata başlayacağını düşündüğümüz anda terk eder. Rahibe kıyafetini giyer ki köklerinden kopmak kolay değildir, valizini toplar ve yola düşer. Yürür, yürür. Nereye olduğuna sadece kendisi karar verecektir. Hayatının bundan sonrasına.

İda; Yahudi soykırımı tarihsel gerçekliği ekseninde ailenin parçalanışı, bir kızın görmediği ailesinden uzakta çok farklı ortamda yetiştirilmesiyle başka bir insana dönüşümü, sonunda kendini bulmaya çalışması gibi hayatın insanın yakasını bırakmadığı tekrarlanan temaları işliyor. Bunu rahat, sade ve akıcı bir üslupla yapıyor. Film temposu dediğimiz şey bana göre, izleyicinin kendini izledikleriyle sinema kompozisyonunda nasıl konumlandırdığıyla ilgili. Bu filme ağır gittiği için eleştiri oklarını yöneltecek birçok izleyici olacağından eminim. Bu eleştirileri sadece görmek bile başka bir izleyici olarak beni bunaltmaya yetebiliyor. Yani, bazı insanlar var ki her filmde bir aksiyon bir kör göze parmak mesaj olsun istiyor. Hayat nasıl böyle değilse sinema da olamaz. Nasıl ki hayatımızda durağan olduğunu sandığımız bir yılın sonunda bile aynı biz olamıyorsak, o bir yılda içten içe gördüğümüz, duyduğumuz, izlediğimiz, karşılaştıklarımız bize yeni bir benlik sunuyorsa film de öyle. Hayata dair çok da tumturaklı diyaloglar duymuyoruz mesela İda’da ama sahnesiyle, bazen sahne açısıyla, koyu gölgeli orman serinliğindeki görüntüsüyle, kendine has sinema üslubuyla Pawel Pawlikowski yıllar boyu unutulmayacak bir film hediye ediyor. İzleyeceklere, iyi seyirler.

Ne düşünüyorsun ?

18 puan
Artı oy Eksi oy

Bir cevap yazın

konçerto iki

Hikayeler – Nazım Hikmet Ran