in ,

SANDALCI

Güneş ufuk çizgisine yaklaşmış, alaca kızıllığın habercisi kuşların dansı kendini göstermeye başlamıştı. Yorgunluktan sadece ayaklarıma bakarak yürüdüğüm saatlerin ortasındaydım. O kadar çok gezmiş ve uyarıcıyla dolmuştu ki zihnim; devam eden hareketlilikte ayaklarımdan başka boş, sade ve beni rahatlatan bakılacak bir yön gelmiyordu aklıma. Tam da bu peşi sıra takibe devam ederken gözlerim ansızın bir kartona özensizce yazılmış şu cümleye kaydı:

“Uygun fiyata sandal turu yapılır.”

Bir şehri gezmenin sadece o yere gidip belli başlı birkaç yerini gezip gördükten sonra afişe edilecek güzel fotoğraflarla dönmek yerine o şehri var eden ne varsa görmek, tanımak, dokunmak ve yerlisiyle sohbet etmek demek olduğunu hatırımda tuttuğumdan dikkatimi celbetmesi zor olmadı. Bakışlarım yukarıya doğru yol alıp varacağı yerde durduğunda dünya umrumda değil naraları atan bir rahatlıkla arkasına yaslanmış, önündeki kartondan başka sözü olmadan müşterisini bekleyen ihtiyar bir sandalcı görünümünün ötesinde başka bir hali olan bir bilgeydi sanki karşımda duran. Öyle kendiliğinden, öyle sade bir bekleyiş. Bulunduğu noktanın hemen ilerisindeki sandalcıların durmaksızın ‘sandal turu yapılır’ çığırtkanlıklarına taban tabana zıt bir hal.

Yazıya döküldüğünde bir paragraf dolusu cümlelerle betimlenen ama hayatın içinde zihnin karmaşasında birkaç saniye süren bu düşünceler silsilesinden sonra arkadaşıma dönüp ‘Bi baksak mı?’ diye sorduğumun hemen ertesinde yanında bitivermiştik çoktan.

-Merhaba, sandal turu ne kadar?

-Diğerlerinde 40, bende 20. Onlar kooperatif, ben onlardan değilim.

‘Ben onlardan değilim’ cümlesinde aslında kuvvetle muhtemel kendinin bile farkında olmadığı onlardan olmama halini, belki yaşının getirdiği bir bilgelik diye düşünüp ‘Her yaşlanan bilgeleşir mi?’ sorusuyla kendi içimde savaşırken suretine yansıyan, insana huzur veren o rahatlıklıkla birbiriyle çelişen sorularıma ara verip neden sonra bunu bir diyalog haline getirmeye devam edebildim:

-Hmm, tamam o zaman. Nereleri gezdiriyorsunuz?

-Evlerin, sandalların oradan ağlayan çınarı dolaştırcam sizi. Köprünün ordan dolancaz.

Arkasında dönüp göstermeye bile tenezzül etmediğinden kendi çabamızla nereleri gezeceğimizi kestirmeye çalışırken karşımdaki sandalcının diğer teknelerle hiç de alakası olmayan yerlerden bahsettiğini fark ettiğimde:

-Diğer sandalların gittiği o tarafa gitmeyecek miyiz?

-Orda sazlıklar var bee, naapcağınız sazlıkları. 

Başkası söylese buyurgan bir cümle olduğunu düşünüp “Tamam, teşekkürler.” Dedikten sonra ani bir hamleyle adımlarımı uzaklaştıracağımdan emin olduğum halde ihtiyar sandalcı söyleyince  sazlıkları dolaşmasak da olurtavrı belirdi içimde.Bir teslim olma halindeydim adeta. Güvenilecek bir yabancı, liman bulmuş da vurmuştum kıyıya sanki. Şimdi o kıyıdan bir sandala binip kısa süreliğine de olsa uzaklaşacağımı belirten cevabı verdim:

-İyi bakalım.

 Der demez yaslandığı sandalyesinden doğrulmuş, o ağır aksak adımlarla ilerlerken biz de peşine düşüp bize çizdiği yolu hiç düşünmeden umarsızca katetmeye başladık. Oturduğu yerin kırk-elli adım ilerisinde bizi bekleyen sandalı gördüğümde “Sahibine bu kadar benzeyen bir sandal hiç görmemiştim.” Desem haksız sayılmazdım ama havada asılı durup sallanan bir içsel ünlemden öteye gidemedi şaşkınlığım. Bir kuytuda öylece kendinden emin halde bekleyişi, bizi gördüğünde hiç de heyecanlı bir karşılamayla son bulmadı. Öylece beklemeye devam etti mavi sandal.

Elimizden tutup verdiği direktiflerle sandala bizi oturtmayı başarmış, karşımıza geçip kendisi de yerleşmişti. Elleri küreklere asılıp bir şeyler yapadururken istemsiz incelemeye başladım. Sakalları aklaşmış, yanaklarına kızıl basmış yüzün kararlı yüz çizgileri olmasa bir ihtiyara ait olduğunu düşünmeyecektim neredeyse. Ne avurtları çökmüş, ne göz torbaları oluşmuştu. Yüzünden sıhhat okunuyordu sanki.

“Çok güzel değil mi?” sorusuyla beni içinde bulunduğumuz ana döndürmeyi başarmış yol arkadaşımı onayladıktan sonra ‘Belli ki ilk müşterisi biziz.’ Diye düşündüm. Gördüğümüz andaki evden yeni gelmişliğin rehaveti üzerinde, kürekleri göle sokup temizleme çabasındaydı. Küreklerin küçük burgaçlar yarattığı suda bakışlarım girdapla beraber dönüp ve nihayet küreklerle beraber çıkarken:

-“Bu su temiz mi?” diyecek oldum.

-“Temiz yerleri de var pis yerleri de var.” diye savuşturup küreklerle suyu buluşturmaya devam etti. Bu buluşma öyle güçlü ve anî oldu ki sıçrayan suyu üzerimizde görünce yenidn soru sorulmuşçasına kendiliğinden bozdu suskuyu:

-Ama temiz bee.

Küreklerin hummalı hazırlığı devam ederken en az yetmişindeki sandalcının bizi nasıl gezdireceği sorusu sese dönüştüğünde yarı sitemkar yarı öfkeli:

-Motoru var tabi bunun. Bu yaştan sonra kürekle mi götürecektim?

Cevabıyla arkamızdaki motorun olduğu kısma geçip yerini alması bir oldu. Küreklerle aheste aheste gidilen sudaki burgacın ve kuşların sesinden başka ses duymadığımız o dingin yolculuğu yeğ tutsak da bu yaştan sonra kürek çekmeyecekti elbette. Hem herkes motorla gezdirirken olacak iş değildi.

Tüm benliğimi nihayet gölü çevreleyen güzelliklere doğru vermiş, etrafı seyretmeye koyulmuştum. Kendimi bırakma halinde, gerginlikten uzak, motorun sesinin eşlik ettiği ama nedense rahatsız da etmediği turumuz vardığımız noktadan epey uzaklaşmıştı çoktan. Göl, sandallarla doluydu. Yanımızdan geçen sandallar sanki başka bir dünyaya, biz başka bir dünyaya aittik. Diğer sandallar yapay çiçeklerle, güllerle donatılmış ama tabiatına o kadar yabancı yol alırken bizim boyası çıkmış küçük mavi sandalımız motorla değil de üçümüzün işbirliğiyle süzülüyordu sanki. Yalın, sade, üç kişiylik yolculuğumzda bazı sandalların abartılı gösterişinden etrafın güzelliğine bakamaz olmuştuk artık. Bizim ihtiyar hariç tabi. Osmanlı konseptli son ses müzikle ayağa kalkmış, müzikle tamamen alakasız dansın peşi sıra yine sandalı sandal olmaktan çıkaracak bir zevksizlikle hazırlanmış ötekisi geçip gidiyordu. Böyle belki on-on beş sandal gördük. Ne yazık ki hepsi de ‘sandal, sandaldır ne bekliyorsunuz işte’ anlayışıyla ilintisi olmayan hep daha fazlası doyumsuzluğuyla ucubeye dönmüştü. Bulunduğumuz şu zaman diliminde bir şeyi de doğasından uzaklaştırmadan, sadelikle yaşamanın artık insanlara neden bu kadar zor geldiği düşüncesiyle irkilmek bile artık mümkün değil, sakin bir kabulleniş olabilir en fazla.

Sandal geldiğimiz tarafa doğru yönünü çevirdiğinde birazdan bitecek oluşunun hüznünü duyumsadım.Dediği gibi evlerin, sandalların oradan dolaştırmıştı bizi. Köprüyü de görmüştük ama benim gördüklerim daha fazlaydı işte. 

 Sandalı itelediği yere varmamıza çok az kaldığı, ucundan kıyısında gördüğümüz ama gitmeyeceğimiz sazlıkların kendini göstermesiyle anlaşılmıştı. Motorun sesi ve sandalın hızı da azalmıştı üstelik.

Sazlıkların içinden geçmeyi canım çok istemişti ama istenilen her şeyin gerçekleşmemesi duygusu da güzeldi. Kendini bırakma, teslimiyet hali. Yaşarken sıklıkla hatırlanılması gereken, eksik olanın belki daha da tam olduğuydu.Tur bitti ve anlaştığımız üzere parasını verdik. Cüzdanına koyarken:

-Benim toruna vercem parayı. Askere gidecek de.

Sözleri, sandaldan atlayıp ağlayan çınara doğru yol alırken aklımızdaydı hala ve tabi ihtiyar sandalcı da. On beş dakikada bir sandalcı hatırası. Sazlıklara varmadan, kıyıdan.  

Ne düşünüyorsun ?

60 puan
Artı oy Eksi oy

Bir cevap yazın

Yalnız, Ben, Çocuk

Kendini Aş !