in

En Acı Veda

Elinde bavuluyla, sokak sokak dolaşıyordu. Hafif bavulunun ağırlığı uzun zamandır yol almanın neticesinde omuzlarına çökse de, vazgeçmeden umutlu bir yorgunlukla arayışına devam ediyordu.

Daha önce kaldığı yerde, misafir olduğunun bile farkında değildi aslında. Orasının kendisine, kendisinin de oraya ait olduğunu sanıyordu, başka bir ihtimali getirmeden aklına. Bazen dışlandığını, bazen kale alınmadığını, sesini kimseye duyuramadığını fark etse de, orayı terk etmek zorunda kalacağını hiç düşünmemişti, mutlu mesut yaşıyordu kendi dünyasında. Başında hal böyleyken, zaman geçip de orayı terk etmek zorunda kalırken, onu  kimse yolcu etmedi, kimse ona “yine bekleriz” demedi. Ne kadar gereksiz ne kadar etkisiz olduğunu ise en çok o zaman anladı. Yola çıkmadan biraz evvel bavulunu hazırlamıştı. Zaten fazla bir eşyası da kalmamıştı. Her eşyası, her izi bir bir yok oluyordu orada, varlığına dair her şey siliniyordu zamanla. Keza ne yaparsa yapsın bunu değiştiremeyeceğini anlayınca, artık orada yerinin kalmadığını kabullenip düşmüştü yollara.

Kendisini hak eden birilerini arıyordu. Kıymetini bilecek, sözünü dinleyecek birilerini bulmalıydı.  Mümkünse de en azından daha önce akrabalarının ya da arkadaşlarının kaldığı bir yer olmalıydı. Olmalıydı ki büsbütün yabancılık çekmemeliydi, yadırganmamalıydı. Bu yüzden, akrabalarının ve arkadaşlarının  izini bulmaya çalışıyordu.  Ama işte aradıklarını –ne akrabalarını ne arkadaşlarını- bir türlü bulamıyordu.

Bir elinde bavulu sokak sokak, cadde cadde  geziyordu. Günler geçmesine rağmen ne tanıdıklarına rastlamış ne de kalacak bir yer bulmuştu.  Bazı insanları görünce hemen geçip gidiyordu oradan, aradığının o olmadığını hemen anlıyordu. Bazı insanlarsa önce biraz umutlandırıyordu onu, sonra çok geçmeden bu umut yok oluyordu. Karşılaştığı insanlar, dolaştığı sokaklar arttıkça umudu azalıyordu, anlayamıyordu; bu dünya nereye gidiyordu? Neden aradıklarını bulamıyordu?

Yorulmuştu, kaç gün kaç hafta olmuştu, artık sayamıyordu. Yolun kenarında durdu, soluklandı. O sırada karşıdan karşıya geçmeye çalışan yaşlı adamı gördü, yanına 25-26 yaşlarında genç bir adam yaklaştı. Tatlı bir tebessümle amcaya bir şeyler söyledi. Amcanın az önce endişeden kırışan ve kararan yüzü birden aydınlandı. Gülümseyerek onaylayan bir şekilde başını salladı. Genç adam yaşlı amcanın koluna girdi, ufak sohbetler eşliğinde amcayı karşıya geçirdi. Yaşlı adam içtenlikle teşekkür edip yoluna devam etti. Bavulun sahibi de bütün bunları izledikten sonra soluk almadan bavulunu kaptığı gibi genç adamın yanına gitti. Genç adam, yanına gelen bavulu ve bavulun sahibini görememişti, yaşlı amca uzaklaşırken elindeki paraları saymakla meşguldü.  Sonradan koşarak yanına gelen bir arkadaşına kahkahalarla “enayi parası” diyerek, paraları cebine attı. Arkadaşı da kaşla göz arasında  o kadar parayı çalabilmesini överek arkadaşına eşlik etti, birlikte yürüyüp gittiler.

Onların gidişini arkalarından izlerken bir damla yaş süzüldü bavullunun gözlerinden . Bir süre kalakaldı olduğu yerde, sonra hadi son bir gayret dedi, aldı bavulunu tekrar düştü yollara.

Arkadaşlarının ve akrabalarının hangi ara bu halde düştüğünden ne ara bu kadar azaldıklarından bir haberdi. Bir takım söylentiler gelmişti kulağına; ama itibar etmemişti aslında. Birer birer kovulanlar, kalacak yer bulamayınca soğuktan donanlar, yok olanlar, intihar etmek zorunda kalanlar… Bir nevi soykırım bunun adı, katliamdı bir bakıma.  Kendisi de aynılarını yaşamaya başlayana kadar inanmamıştı olanlara. Çok güveniyordu o insanlara; ama tam da tanıyamamış insanları aslında.

İlk defa dışarı çıkıyordu, ilk defa kalacak bir yer aramak zorunda kalıyordu. Nelerle karşılaşacağını hala bilemiyordu; ama birini bulacağına dair umudu git gide azalıyordu. Öyle bulduğu herkes de olmazdı ki, öncelikle karşısına çıkan insanın gönlü olmalıydı ona içine açmaya. En azından küçük küçücük bir aydınlık  -arkadaşlarının ya da akrabalarının kırıntılarını-  görebilmeliydi gözlerine baktığında, yoksa arkadaşlarının ve akrabalarının yokluğu karanlık demekti; aşılması zor, çok zor bir engel demekti.

Bütün bu düşüncelerin eşliğinde kalacak bir yer aramaya devam ediyordu. Karşılaştığı herkesin gözlerinde tanıdık bir ifade arıyordu. Mutlaka ama mutlaka aradığı gibi birileri olmalıydı. İçinde kalan ufak umudu da ayakta tutmaya çalışırken sokağın başında seksek oynayan küçük bir kız çocuğu gördü. Biraz ona bakıp huzur depolayayım kararmış içime diye düşündü. Küçük kızın masum, çıkarsız ve sevgi dolu halini izledikçe içi huzur doldu içi gerçekten de, kendini güçlü hissetmeye başladı.  Kalmak için aradığı insanların kalplerine kazımak istediği bütün bu hislerin hepsi bu küçük kızda birikmişti. Keşke onunla kalabilsem diye geçirdi içinden. Ama küçük kızın ona ihtiyacı yoktu ki; bavulunda taşıdığı her şey onda fazlasıyla vardı, bunu biliyordu. Kalacağı insanın, ona ihtiyaç duyması ve bu ihtiyacın da bilincinde olması gerekiyordu.

Bu kadar ara vermenin yeterli olduğuna karar verip yeniden yola koyulmak için ayaklandı. Hava da kararmaya başlamıştı zaten. Tam o sıralarda, küçük kız düşüverdi. Gözlerinden incileri akıta akıta ağlıyordu. İçi cız etti, bir şeyler yapmalıyım diye düşünürken 30-35 yaşlarında bir adam yaklaştı yanına. Gözyaşlarını sildi küçük kızın, teselli cümleleri ile onu sakinleştirmeye çalıştı. Bavulun sahibi; adamın kıza yardım ettiğini görünce, hemen yaklaştı onlara, “sonunda aradığımı buldum” diye sevinerek vardı yanlarına. Tam o esnada, sevincini küçük kızın haykırışları böldü. Bir anda sokağı inleten o haykırışlar bir anda da kesiliverdi.  Önce anlayamadı ne olup bittiğini, bu haykırışların ve bitişinin sebebini. Küçük kızın yerde sürüklendiğini gördü sonra. Ağzı adamın devasa elleri ile kapatılmıştı. Adamın elleri küçük kızın yüzünün tamamına yakanını kaplayacak kadar büyüktü neredeyse. Çırpınışları işe yaramıyordu, dar bir sokağa yöneldi adam kızı çekiştirirken. Bavullu, bavulunu fırlattı, adamın yanına koştu, onun kalbine ve aklına yerleşmeye çalıştı. Yapabileceği tek şey buydu. Eğer ona kendisini hatırlatabilirse küçük kızı kurtarabilirdi belki. Denedi olmadı, yine denedi, yine olmadı. Adamın aklı da kalbi de simsiyah barikatlarla çevriliydi ve adamın kendisi istemeden bunları aşması imkansızdı. Başaramadı, küçük kız ve adam karanlıkta uzaklaştı.

Arkalarından bakamadı bile, kaldırıma yığıldı kaldı. Hıçkırıkları karanlıkta çınladı. O an  kaldırımda ağlayan; dünyada kalan son insanlıktı.

Bütün dünyayı gezdi, dolaştı; ama kalbine ve aklına yerleşmesini isteyecek, yerleşmesine müsaade edecek tek bir insan bile bulamadı. Ne akrabaları diğer “insanlıklara”  ne de en kadim arkadaşı “vicdanlara” bir türlü ulaşamadı, onlara hiçbir yerde rastlamadı.En onunda vazgeçti insanlardan, vazgeçti aramaktan. Sonra bir gün, bir nehrin kenarında artık gücünün tamamen bittiğini anladı.  Sonra bavulunu bir nehre boşalttı, içinde taşıdığı bütün o masumiyet, iyilik, hoşgörü, empati ve insanlığa dair başka ne varsa hepsi sulara karıştı, en sonunda da kendisini yokluğa bıraktı.

İşte bütün bu yaşananlar, son insanlığın insanlara vedasıydı.

Ne düşünüyorsun ?

1 puan
Artı oy Eksi oy

6 Yorumlar

Yorum yaz

Bir cevap yazın

Verimli Bir Çalışma Tekniği: POMODORO

Tarihin Tozu